İzmir: Tarihsel Bir Miras / Dr. Erkan Serçe

İzmir, evet büyük felaketler geçirmiştir, büyük yıkımlar yaşamıştır ve yaşamaktadır. Tüm bunlara rağmen, her adımınızda karşınıza saklı bir mücevhere tesadüf etmeniz mümkündür. Önemli olan farkındalıktır.

BİRGÜN EGE / 09.09.2020

Dr. ERKAN SERÇE

Yeşilova, Tepekule ve çevredeki eski yerleşimleri bir kenara bırakalım; Günümüz İzmir’inin tarihsel merkezi, üzerinde kesintisiz 2300 yıldır yerleşim olan bir coğrafya üzerine oturuyor. Bu geçmişin erken dönemlerinin tanıklarından olan Strabon 1. yüzyılın başlarında kaleme aldığı Geographika adlı kitabında İzmir için, “şimdiki kentlerin en güzeli” demişti. Strabon, İzmir için belirtmediği antik kentler için olağan yapıların dışında, Ana Tanrıça Tapınağı, Gimnasion ve içinde Homeros’un ahşap bir heykelinin bulunduğu Homereion, gerektiğinde kapatılabilen liman ve özellikle düzenli caddeler üzerinde durmuştu.Strabon’un sözünü ettiği şehir 187’de büyük bir depremle neredeyse tamamen ortadan kalktı. Bu İzmir’in yaşadığı ilk felaket değildi ve asıl önemlisi sonuncusu da olmayacaktı. Sonraki yüzyıllarda kent depremler, yangınlar, salgınlar ve savaşlarla sayısız denebilecek kez yıkıma uğradı. Bunlara bir de tarihin dingin akışı içinde insanların yol açtığı – hala da devam eden – tahribatı eklemek gerekir.

Tüm bunlara rağmen İzmir ve çevresi, her zaman çekici oldu; Helenistik dönemde başlayan yerleşim, yaklaşık 1300 yılını Roma-Bizans ve kısmen Ceneviz hâkimiyetinde yaşadı. Kısa süreli Çaka Bey dönemini bir kenara bırakacak olursak İzmir’de Türk varlığı, 14. yüzyıl başlarında Aydınoğulları’yla başladı ve kent, yaklaşık bir yüzyıl sonra Osmanlı yönetimine girdi. 16. yüzyılın sonlarından itibaren dünya ticaretine eklemlendi, gittikçe büyüdü ve gelişti; 19. yüzyılda Akdeniz’in en önemli liman şehirlerinden biri haline geldi. Bu kadar zengin bir geçmişe sahip şehrin, günümüz sakinlerine devrettiği mirasın da aynı derecede zengin olması gerektiği beklentisi doğaldır.

Gerçekte, Tarihsel Miras, bize geçmişten intikal eden maddi ve kültürel kalıntıların toplamından ziyade, ‘farkındalık ve duyarlılık’la ilgilidir. 1938 yılında İzmir Belediyesi, İzmir’in yanmamış yerlerinin imar planının hazırlanması sırasında dikkat edilmesi gereken konularla ilgili hazırladığı raporda, İzmir’de çoğu evlerin arasında kalmış, korunması gereken tarihi kalıntıların sayısını 36 olarak belirlenmişti.Somut olmayan kültürel miras bir kenarda dursun; günümüzde sadece, İzmir tarihsel merkezi olarak belirlenen 252 hektarlık alanda, 1500’den fazla tescilli yapı bulunuyor. İyi yanından bakalım, kurumların ve insanların farkındalık ve duyarlılıkları arttıkça, geçmişten intikal eden kalıntılar tarihsel miras hükmü kazanıyor, kentin zenginlikleri arasına katılıyor.

KADİFEKALE’DEN AGORA’YA…

Temeli Helenistik döneme uzanan Kadifekale, Roma dönemi sarnıcı, Aydınoğulları’na uzanan mescit kalıntısı ve surlarıyla tarih boyunca kendisine yakıştırılan ‘İzmir’in Tacı’ olma özelliğini sürdürüyor. Deniz tarafında tüm İzmir Körfezi’ni, kara tarafında ise Yeşildere Vadisi ile Bornova Ovası’nı denetim altında tutabilecek bir konumda inşa edilen kale yüzyıllardan İzmir’in simgesi olarak ziyaretçileri kendine çekmiştir. Evliya Çelebi’nin ‘Kraliçe Kaydafa’ya, başka seyyahların ‘Amazon Kraliçesi’ne veya Apollon’a mal ettiği, kale kapısının yanında bir nişte bulunan ve yeniçerilerin nişangâh olarak kullandıkları büst artık yok. Ama bundan 20 yıl önce üstünde gecekonduların bulunduğu, Roma tiyatrosunun alanı belirginleşmeye başlamış. Geçtiğimiz günlerde tiyatronun sahne bölümündeki kazıda bulunan Satyr kabartması, bölgenin tarihsel mirasını zenginleştirme potansiyelinin kanıtı.

Tiyatro alanından biraz aşağıya indiğinizde, bölgenin en büyük ve önemli siyasi agoralarından biriyle karşılaşırsınız. Osmanlı döneminde mezarlık alanı ve namazgâh olarak kullanılan Agora alanı, 1930’larda başlayan kazılarla ortaya çıkarılmaya başlanmış ve hala kazılıyor. Roma dönemine ışık tutan cadde ve sokak izleri, kemerli kapıları, portiko, bazilika, kent meclisi binası, hamam ve duvar yazıları (graffitolar)… Önüne bir heyula gibi dikilmiş otoparkın altında kim bilir neler var?

AYDINOĞULLARININ İZLERİ…

14.yüzyıl başlarında Kadifekale çevresinin fethiyle birlikte başlayan Aydınoğulları’nın İzmir’deki varlığı yaklaşık bir yüzyıl devam etti. İzmir’in kentsel alanının tamamen savaş alanına döndüğü bu dönemde İzmir’i ziyaret eden İbniBatuta, kentin harabe halinde olduğunu kaydeder. Savaşın ‘altın elma’sı olan liman girişindeki kale, ne yazık ki günümüze ulaşamadan 1871 yılında, arsa ihtiyacına kurban gitti. Ancak en azından Seyyid Mükerremeddin veya daha yaygın adıyla Emir Sultan Türbesi ve Zaviyesi, dönemin anısını taşımaktadır. O dönemde zaviyeler daha çok gaza ülküsünü benimsemiş savaşçıların etrafında toplandıkları yerleşimlerdi. İbni Batuta da İzmir’de böyle bir zaviyede misafir edilmişti.

İzmir’in en eski Türk mahallelerinden biri olan Şeyh Mahallesi’nin çekirdeğini oluşturan Emir Sultan Türbesi, semahane, aşevi, misafirhane, türbe, kuyu ve hamamın yanında haziresi, 16-20. yüzyıllar arasında İzmir’de yaşamış ve ölmüş önemli ailelerin, İzmir’de görev yapmış bürokrat, asker, doktor gibi görevlilerin mezarlarını barındırmaktadır.

Aydınoğulları’nın izlerinden biri için yeniden Kadifekale’ye dönebiliriz. Evliya Çelebi’nin kaydettiğine göre Hicri 708 (1308-1309) yılında Kadı Hacı İlyas ibnAhmed tarafından inşa ettirilmiş olan mescidin yeni ortaya çıkarılan temellerini, 19. Yüzyıl sonlarında alınan fotoğrafı eşliğinde inceleyebilirsiniz.

CAMİLER VE HAVRALAR…

İzmir, Osmanlıların yönetimi altına girmesini izleyen 150 yıl boyunca büyükçe bir kasaba görünümünden ileri gidemedi. Kentin tek yönetim altına girmesi sonrasında değişen en önemli unsur güvenlikti; sonuçta kale çevresindeki Türk yerleşimi biraz daha aşağılara kaydı. O günlerin anısı, Pazaryeri/Han Bey, Faik Paşa, Selatinzade, Yazıcı (Yapıcıoğlu) gibi mahallelerin adında yaşıyor yalnızca… Bu mahallelere adını veren cami ve mescitler, yapıldıkları dönemin mimarisinden tamamen uzaklaşmış, 19-20. yüzyıl formlarının ürünü.

İzmir’in asıl zenginliği, liman çevresindeki çarşıların canlanmasıyla başlıyor. Ticaretin gelişmesiyle artan talebi karşılamak için büyüyen çarşılar, her adıma iç limanı eritirken, elde edilen arazi üzerinde dini mimarinin ürünü camiler yükselirken, sivil mimari de bedesten, han, hamam ve su yapılarında hayat buluyor.

Konak yönünden Anafartalar caddesine girin; sırasıyla önünden geçtiğiniz Kemeraltı, Başdurak, Kestanepazarı, Şadırvan ve Hisar camileri size eski iç limanın kıyı çizgisi hakkında fikir verir. Camiler İstanbul, Edirne ve Bursa’dakiler gibi görkemli değildir. İmparatorluğa başkentlik etmiş olan bu şehirlerde, sultanların, saray görevlilerinin, önde gelen devlet adamlarının büyük paralar harcayarak yaptırdıklarıyla yarışamazlar bile. İzmir’deki camiler merkezden atanan görevliler ile İzmir Müslüman ticaret erbabının günlük ibadet yerleridir. Evliya Çelebi’nin beyaz bir inciye benzettiği Niflizade (Şadırvanaltı) dini törenlerde ekâbirin bir araya geldiği ulu camidir. İç liman doldukça, yönetim birimlerinin sahile daha yakın mevkie taşınmasıyla yerini Molla Yakup (Hisar) Camiine bırakır. Söz konusu camiler de defalarca tamir görmüş, hiçbiri yapıldığı dönemdeki haliyle kalmamıştır. Ancak bu cami yapılarının yüzyıllar içindeki değişimi, kentsel gelişmenin aşamalarının birer işaretidir.

Camilerden bahsetmişken, diğer dinlere ait ibadethanelerden söz etmemek olmaz. İzmir Musevi cemaatinin ibadethaneleri olan havraların, İzmir’i zenginleştiren değeri yeni yeni anlaşılıyor. Musevi hemşerilerimizin sayılarının gittikçe azalmasıyla kullanım değeri azalan havraların bir kısmı yıllar içinde harabeye dönüşmüş. Bakiş ve Pinto gibi isimleri bilinen bazı havralar tamamen yok olmuştur. Sonsino gibi bazılarının ise geçirdikleri felaketler sonrasında ancak kalıntıları mevcuttur. Musevi cemaatinin İzmir’deki varlığının tarih içindeki derinliğinde olduğu gibi, bu havraların da tarihsel geçmişi tartışmalı. Örneğin şu anda restorasyonda olan EtzHayim; köklerini Bizans’ta arayan da var, erken Osmanlı’da da… Havralar bölgesinde Sinyora, Talmud Tora, Algazi, Şalom, Karataş’ta BeitLevi havraları ve neredeyse çökme noktasına gelmiş olan hahamhane binası, sayıları her gün azalan yahudhaneler İzmir’in kültürel mirasının parçalarıdır.

İzmir’in klasik Osmanlı döneminden gelen mirası içinde pek çok yapıyı sayabiliriz. Kemeraltı yüzlerce yılın hatırasını sunan, başlı başına tarihsel mirastır İzmirlilere: Hanlar, her biri ayrı bir tarih barındıran çarşılar, ansızın karşınıza çıkan küçük küçük meydancıklar, hamamlar, sebiller, çeşmeler, keşfedilmeyi bekleyen vetek tek ele alınmayı hak eden zenginlikler. Bunları ilerideki yazılarımıza bırakıp biraz da kentin sembolü haline gelmiş, modernleşme sürecinin yapısal örneklerine bakalım.

MODERNİZMİN MİRASI…

Osmanlı 19. yüzyılda önce askeri ve bürokratik alanda mütereddit adımlarla, ama 1840’lardan itibaren günlük hayatı da kapsayacak şekilde koşarcasına bir modernleşme sürecine girdi. Bunun yapısal ilk yansıması şehirde belirgin bir hükümet merkezinin ortaya çıkmasıydı. Bu nedenle başlangıçta voyvoda konağı olarak kullanılan ve en son Katipzadelerin tasarrufunda bulunan binaya, yeni bürokrasinin yerleşmesinde tereddüt edilmedi. Yeniçeri Ocağı’nın kaldırılması sonrasında kurulan yeni ordu için de bu binanın hemen yanında bir kışla inşa edildi. 1829-1831 yıllarında inşa edilen bu kışla yıllar içinde değişip gelişerek Cumhuriyet dönemine intikal etse de 1950’lerde başlayan rant merkezli kentleşmeden kurtulamadı ve 1955’te yıkıldı.

Kısa sürede bulunduğu bölgeye adını veren ahşap Konak, 1867’de yıkıldı ve Mimar Ron Vitali’nin çizdiği projeye göre 1869-1872 yılları arasında kâgir olarak yenilendi. Hafızalara Türk Ordusu’nun 9 Eylül 1922 tarihinde gönderine Türk Bayrağı çektiği görüntüsüyle kazınan konak, 1970 yılında yaşanan büyük yangına kadar ayakta kalmış, yangından birkaç yıl sonra yıkılmıştır. 1980’lerde aslına uygun olarak ön bölümü yeniden inşa edildi. Bu aralar yeni bir “rekonstrüksiyon” süreci yaşayan binanın nasıl bir kılıkla ortaya çıkacağını merakla bekliyoruz.

İzmir’de modernleşme sürecinin en anlamlı unsuru belki de bu binaların etrafını sararak oluşturduğu Konak Meydanı’dır. Konak ve Kışla önünde belirginleşmeye başlayan meydan, devlet törenlerinin, resmi kutlamaların, gösterilerin vb. mekânı olarak, İzmir’in son 150 yılının tüm anılarını taşımaktadır. Sarı Kışla’nın yıkılması, Cumhuriyet Caddesi’ni Mithatpaşa’ya bağlayan yolun açılması ve denizin doldurulmasıyla genişleyen alanın otobüs-dolmuş durakları olarak kullanılması meydanın yapısını bozmuştur. Ancak 2000’li yıllarda yapılan düzenlemeyle yeniden kendine gelen meydan, eski günlerini özletse de yeni haliyle bölgeye bir ferahlık kazandırdığı açıktır. Hepsinden önemlisi işlevlerinin büyük bölümünü Cumhuriyet ve Gündoğdu meydanlarına kaptıran Atatürk (Konak) Meydanı’nın, yaşı İzmir’in yaşıyla karşılaştırıldığında oldukça genç sayılmasına rağmen, kısa sürede İzmir’in sembolü haline gelmeyi başarmış olan Saat Kulesi’ni bağrında barındırmasıdır.


İZMİR’İN SEMBOLÜ: SAAT KULESİ

1901 yılında Sultan II. Abdülhamit’in tahta çıkışının 25. Yıldönümü hatırasına, İzmir Valisi Mehmet Kamil Paşa’nın öncülüğünde, içinde İzmir Belediye Reisi Eşref Paşa’nın da bulunduğu özel bir komisyonun nezaretinde yaptırılır. Mimarı, İzmir’in pek çok yerinde eserleri olan Raymond Pere’dir. 20 metre yüksekliğinde inşa edilen kulede kullanılan yirmisi vişne, yirmisi yeşil renkte mermerler Marsilya’dan getirilmiş. Gövdenin dört bir yönünde bulunan Osmanlı arması ve II. Abdülhamit’in tuğraları, Cumhuriyet döneminde kaldırılarak yerlerine ay yıldız kabartmaları konulmuştur. Doğru mu bilinmez, ama II. Meşrutiyet’in ilanını izleyen günlerde, istibdat rejimini hatırlattığı için Saat Kulesi’nin yıkılmak istendiği söylenir. Kulenin kubbesini taşıyan son kat 1928 ve 1970 yıllarında meydana gelen depremlerde yıkılmış ve sonrasında onarılmış.

MİLLİ KÜTÜPHANE VE DEVLET OPERA BİNALARI…

Kemeraltı’na girip hemen sağa dönün, Milli Kütüphane Caddesi’ndesiniz… Yolun 20. yüzyıl başındaki durumuna ilişkin tek bir iz bile yok, ama yolun sonunda, katlı otoparka gelmeden solda, sizi iki inci tanesi karşılayacaktır:Ulusal mimarlık akımının iki güzel örneği, günümüzde Devlet Opera ve Balesi Elhamra Sahnesi’ne ev sahipliğini yapan binayla Milli Kütüphane binası. İkisi de Cumhuriyet’in erken döneminin ürünü olan binaların ilki, İzmirlilere uzun yıllar sinema olarak hizmet vermişti. 1926’da Atatürk’e İzmir’de yapılmak istenen suikast nedeniyle tutuklanan sanıkların İstiklâl Mahkemesi tarafından yargılamaları da burada gerçekleştirilmişti. Milli Kütüphane’nin İzmir entelektüel hayatındaki yeri ve İzmir’e kattığı zenginlik ise bambaşka bir anlatının konusudur.Her ikisi de mimar Tahsin Sermet’in eseri.

Biraz ileride, 1900’lerin ilk yıllarına ait, bir zamanların memleket hastanesi (girişindeki ucube döner kapıyı görmemezlikten gelin), varyant girişinde, inşasına I. Dünya Savaşı yıllarında doğumevi olarak başlanan, Yunan işgali döneminde kurulması planlanan İonya Üniversitesi rektörlük konutu olması planlanan, günümüz Etnografya Müzesi. Karataş’a doğru, aynı dönemin ürünü günümüz Kız Lisesi binası. Her biri İzmir tarihinden kesitler sumaktadır İzmirlilere…

İzmir, evet büyük felaketler geçirmiştir, büyük yıkımlar yaşamıştır ve yaşamaktadır. Tüm bunlara rağmen, her adımınızda karşınıza saklı bir mücevhere tesadüf etmeniz mümkündür. Önemli olan farkındalıktır.

Yılların içinden süzülen anılar…





error: Content is protected !!