KÜBA
DEVRİM, TARİH VE SICAKLIK …
Yazı ve Fotoğraflar: Ecz. Gülnur GÜÇLÜ
Yolculuk yorucu; Uyur-uyanık, beklemelerle ve saat farkı nedeniyle, neredeyse bir gün İzmir’den, İstanbul ve Amsterdam aktarmalı havaalanı ve uçuş. Havana Jose Marti Havaalanı’na inince, bu zamana döndüm yüzümü. Sosyalizmin son kalelerinden, Karayiblerin yoksul ve mutlu prensesi Küba’ya ulaşmaya gerçekten değer. Dövizimizi havaalanında bozdurduk, diğer yerlerde komisyon değişebiliyor; dövizinizi Euro olarak alın. Para birimi peso ve iki çeşit; biri yerli halkın kullandığı peso, ikincisi turistler için basılan convertible peso. Yani kullandığımız, Cuban Convertible Peso ve kısaca “cuc” (kuk) deniyor. Ülkede İspanyolca konuşuluyor, neredeyse herkes İngilizce biliyor.
Havana’ da otelimiz, Terminal Sierra Maestra’nın karşısında, ki cadde buradan denize açılıyor. Palacio del Marques adında, eski güzel bir yapı. Orta bölümü üst katları da gören, tavanda gökyüzüne açılan bir bahçe gibi; aynı zamanda yemek salonumuz burası. İlk Mojıto (mohito) kokteyli ile karşılanıyoruz. Kokteylleri, tadına vardıkça anlatacağım. Odam, ahşapları, kırmızı dekorları, demir parmaklıklı Fransız balkonuyla öyle hoş bir sokağa bakıyor ki, gezmeye başlamadan, tam bir Havana görüntüsü alıyorum. Gözün yolculuğu, bilincin gezginliğindeyim.
Valizlerimizi bırakır bırakmaz o heyecanla, yorgunluğu unutup, rehberimizin eşliğinde otel çevresi turuna çıkıyoruz. Yanı başımızda katedral, çevrede gel diye açılan düzenli taş parke sokaklar var. Sokaklarda kafeler, parklar, insanlar. Havana’yı içimize çeke çeke, renkli eski binalardaki müzelerle çevrelenmiş geniş havuzlu meydan Plaza Vieja’ya gelip, tarihi ve ortamı bile içebileceğimiz, yerel bir bira fabrikasında, Factoria Vieje Plaza’da mola verdik. İlk canlı müzik ziyafetimiz ve soğuk bira ile Küba havasına karıştık. Binalardaki vitraylar ve ferforjeler, kullanılan renkler nefes kesici.
Vatandaşların eğitim, sağlık, temel besinleri ve kirası devletçe karşılanıyor. Halkın neredeyse tamamı okuryazar. Kazandıkları az ama rahatlar, neşeliler, müzik ve dansla yoğrulmuşlar. Amerika’nın uyguladığı ambargo ile kurtuluşları turizm. Küba’da yaşam canlı, imkânsızlığa karşın bezginlik yok. Kapı, dükkân önlerindeler, parklarda, caddelerdeler, rahatlar. Çocuklar koşuyor kalabalıkta, kaygısızlar. Suç oranı düşük, bundandır güzelle büyüyorlar.
Ernesto Che Guevera, Fidel Castro’nun cesur yoldaşı, “tek yol devrim” diyerek ömrünü bu yolda harcayan. İktisadi teorileri, uygulanabilir olduğundan, Küba’daki okullarda okutuluyormuş. Che, Castro ve Devrim Arkadaşları, Küba’lıların kalplerinde yaşayan ve büyüyen enternasyonalizmin ve özgürlüğün tohumlarını ekmişler. Her Kübalı çocuk “Che gibi olacağız” dermiş. İlan panolarından birinde: “Viva la Revolucion ” yani, “yaşasın devrim” yazıyor, benzerleriyle de her yerde sıkça karşılaşıyoruz.
Bayraklarındaki üç mavi şerit, Küba’nın bölündüğü üç bölgeyi, kırmızı üçgen bağımsızlık kanlarını, beyaz yıldız ise yurtsever ideallerin saflığını simgeliyor. Ulusal kuşları, Coccororo da bu renklerde ve kafeslendiğinde öldüğünden, özgürlüğün simgesi.
Ebruli bir turda, grubumuz ile rehberimiz Alpan Kula eşliğinde, HWU 197 plakalı otobüsümüze biniyor, şoförümüz Tolon ve yerel rehberimiz Lazarro ile tanışıyoruz.
Küba’daki ilk bağımsızlık isyanı, İspanyol sömürgesine karşı 1808’de meydana gelir. O günden, 1959 yılındaki bağımsızlığa dek, devrimciliğin güzel örneklerini ve çabalarını, hem kendi ülkelerinde hem de diğer ülkelerdeki devrimci hareketlere katılarak veren, anıt olan isimleriyle kahramanlar, hepimizin yüreğine zaten, yazılmıştı. Kübalılar için açık bir forum alanı, önemli liderlerinin halkla buluştuğu miting alanı olan, kültürel etkinliklerin olduğu, insanın kendini ufacık hissettiği o büyük meydanı, Devrim Meydanı’nı görmek istiyorum.
İşte, Havana Deklarasyonu rüzgârının estiği ve Che’nin öldüğünü duyup gelen binlerce Kübalının gözyaşlarıyla ıslattığı Devrim Meydanı’ndayım. İki sade binanın birinin üzerinde Che Guevera’ nın portresi ve Fidel Castro, Che Guevara ile birlikte devrimin önemli liderlerinden biri olan Camileo Cienfuegos’ un dev portresi diğerinde çizgilerle işlenmiş. Karşılarında, onlarca cildi bulan makale ve şiir de yazmış olan, vatansever devrimci bembeyaz, Jose Marti heykeli ve yanında anıtı var. Üçü birlikte Devrim Meydanı’nı çevreliyor.
Fidel Castro ise her yerde bir efsane… Sürekli olarak kitlelere danışan, onlardan beslenen ve onları besleyen bir ilişki mekanizmasıyla ve kültürel ve ahlaki insanı yaratan, uluslararası bir devrim sürecini başlatıp, yerleştiren Fidel Castro, her Kübalının babası sayılıyor…
Che Guevara, “Küba Bir İstisna mı Yoksa Öncü mü” başlıklı bir Küba Devrimi değerlendirmesinde, devrimin genel yasallıklarının yanı sıra, kimi özgül özelliklerinin de bulunduğunu dile getirirken, “ilk, belki de en önemli ve orijinal etken, “Fidel Castro Ruz’un kendisidir” diye yazmıştı.
Vedado bir iş bölgesi, daha düzenli ve yeşil. Burada Hotel Nacional’ e gidiyoruz. En eski yapılardan. Churchill, Hamingway, Sinatra, daha kimler buradan geçmiş, duvarlardan bugüne gelivereceklermiş gibi, adeta bir fotoğraf müzesi. Ahşap, ihtişamlı karanlık iç mekan, bir çok materyal ve devrimin izleriyle aydınlanıyor, okyanus manzaralı ve tam bir seyirlik. Bahçesi de genişliği ve manzarasıyla unutulmaz.
Öğle yemeği La Mina’da, bahçesinde gölgelerle güneşin oynaştığı, kocaman kapılarıyla havadar, canlı müziğiyle, harika bir restorandayız. Kapısından eski kitapçılarla dolu meydana ulaşmak da ödülü.
Sonra bir sabah koşarak Atamızın denize bakan heykeliyle buluşmak heyecan vericiydi. Devrimlerin en güzellerini bize armağan eden Sevgili Atam, özgürlüğümüzü, meydanlarımızı, Gezi Parkımızı da aldık, devrime yaslanana geldik. Ama ne yapıyorsun Türkiye’m, yine de aklımız sizlerde?
Morro Kalesi, (San Pedro de la Roca ), Santiago de Cuba körfezini koruyan savunma sistemini oluşturuyor. Liman ağzındaki konumuyla denizden büyüleyici bir Küba manzarası sunuyor. Taş kaleye girişi olan dehlizin derin pencereleri var.
Havana Club, rom un ünlü markası, hep karşımızda, etiketi üzerinde: Keşif seferinde kaybolan Havana Valisi eşini yıllar boyunca bekleyen Dana İnes’ in heykeli yer alıyor. Bu Havana’ yı simgeleyen heykel burada, kalede, hala eşini bekliyor.
El Capitolio binası, beyaz mermerleriyle, beyaz saraya benziyor. Devrim meydanındaki Jose Marti anıtı ve bu yuvarlak kule şehrin en yüksek yapıları. Sütunlarıyla gösterişli bu yapı, bugün kongre ve sergi merkezi. Çevresinde ve geçtiğimiz yerlerdeki yapıları da kaçırmamaya çalışarak yürüyoruz bu tarihi dokuda. Her yer tarih kokuyor.
Obispo Caddesinde (Calle Obispo) ve La Floridita’da yorgunluk atıyoruz. Bu barda daiquiri (daykiri) kadehinizi Hamingway ile kaldırıp, yanında sunulan muz kızartmasını tatmalısınız. Hamingway burada; altın renkli heykeli bara dayanmış, öyle sevimli bakıyor ve gülüyor ki.
Canlı müzik olmazsa olmaz. Buradaki güzel melez solistle daha mı güzel ne? Enstrümanda, insanda, mikrofon ve ses sistemi yok, doğal. Hemen her yerde, bu gruplar cd’ lerini satıyorlar isteyenlere.
Cadde boyunca, çıkmalar, balkonlar, ferforjelerdeki renkler, çiçekler, çamaşırlar, Droguerıa Jhonson adında büyük ve eski bir eczane geçiyoruz, vitrininde porselen drog kutuları var. Oteller, barlar, bisikletler, insanlar birbiri içinde.
Obispo Caddesi çok canlı ve samimi, buradaki mekanları ve güzel yapıları bir bir keşfediyoruz. Bir solukta otelimizden çıkıp, Hotel Ambos Mundos’u dönünce Obispo caddesindeyiz. La Floridita’ya kadar gidiyoruz. Şehrin tarihi merkezindeki en önemli cadde, üstelik yaya bölgesi. Eğlence, alış-veriş için dükkanlar ve bir pazar, halk, turistlerle gece gündüz hareketli.
Katedral Meydanı (Plaza de la Catedral) adını, barok cepheli ve görkemli iki çan kulesi asimetrik olan, katedralden alıyor. Bir zamanlar Kristof Kolomb’un kalıtları burada saklanmış. Ortadaki büyük olan üç kapısı, üzerlerinde vitrayları, bezemeleri, sütunları, kulelerinde çanlarıyla meydana hakim. Çevresinde sömürge dönemi konakları, müzeler, barlar, sanat sergileri var. Siyah tenli, renkli ve çiçekli başları, ellerinde purolarıyla kadınlar, önce poz veriyor, sonra “van kuk” istiyorlar. Aramızda da espri konusu oldu bu, ne yapacak olsak “van kuk ” istiyoruz birbirimizden.
Meydanda, güzel bir binanın önü, “Haydee Santamarıa Cuadrado” levhası altında bir falcı, maviler içinde, başında mavi çiçek, bir sürü takı boynunda ve uzunluktan kıvrılmış tırnaklarıyla, yukarıdan, ortadaki biblo bebek kümesine uzatmış elini. Karşısındaki kadın büyülenmiş izliyor. Önce bekliyorum ama fotoğraf çektiğimi bile görmüyor falcı, yoksa görmeze mi geliyor, bilmiyorum.
Habana Vieje, yani eski Havana, Unesco tarafından dünya kültür mirası olarak kabul edilmiş. İspanyol sömürgeciliğinin mimarisini taşıyor. Restorasyonlar sürüyor. Tüm binalar ilk hallerini koruyor, yaklaşık yüzbin kişinin yaşadığı canlı bir müze gibi. Turist ve eğlence merkezleri, sosyal kulüpler, parklar, meydanlar, çeşmeler, kiliseler, demir korkuluklu balkonlarıyla evler, büyük ahşap kapılar, müzeler uyumla göz kamaştırıyor. Bazı binalar henüz bakımsız ama ruhu güzel. Camı olmayan konutlar var. Biriktirerek yol alıyoruz…
Cocco taksiler bir motorsiklet arkasına oyulmuş Hindistan cevizi görüntüsünde, sürücüyle üç kişilikler. Sarı, sevimli ve havadarlar. Demir bisikletler iki ve üçtekerli ve 1940 ve 1950′ lerin harika Amerikan arabaları; çoğu bakımlı, rengârenk, birbirleriyle güzellikte yarışırcasına, hala trafikteler.
Şehrin en eski meydanlarından, Armas: Dörtyüz yıldır, Küba iktidarının politik kalbi burası. Geniş meydanı çevreleyen sarayların, görkemli barok tarzlı kemerli cepheleri, palmiyelerin gölgesi ve ortada sömürgeciliğe karşı savaşın önderi Carlos Manuel de Cespedes ‘in heykeli, eski kitap tezgahları.
Valilik evi Palacio Municipal; iki katlı ve görkemli, ortada katları kucaklayan avlusu var, revaklı taş bir bina. Karpuz lambalar, gümüşler, seramikler, mobilyalar, tablolar, aynalar, heykeller, mutfak malzemeleri, faytonlar, her şey müzeye dönüştürülmüş. Binanın dıştan görüntüsünde, kulede saati göze çarpıyor. Önü yine kart, eski kitap sergileri, resim çizenlerle dolu.
Artık, La Bodeguita del Medio’ barının duvarında biz de varız, çünkü herkes gibi adımızı yazdık . Yine müze gibi bir bar burası, daha küçük olsa da, Hamingway’in geçtiği belli olan bir bar.
Yirmi yılını Küba’ da geçiren, “İhtiyar Balıkçı” adlı kitabıyla Nobel ödüllü yazar Ernest Hamingway, bu ödülü Kübalılara armağan etmiş. ” Çanlar Kimin İçin Çalıyor “kitabını burada, Ambos Mundos otelinde yazmış ve geliriyle Küba da bir ev almış. Kaldığı otelde, gittiği La Floridita ve La Bodeguita del Medio gibi barlarda heykeliyle, resimleriyle hep o var…
“Ada değildir insan, bütün hiç değildir bir başına, anakaranın bir parçasıdır, bir damladır okyanusta. Bir toprak tanesini alıp götürse deniz, küçülür Avrupa, sanki yiten bir burunmuş, dostlarının ya da senin bir yurtluğunmuş gibi, ölünce bir insan eksilirim ben, çünkü insanoğlunun bir parçasıyım; işte bundandır ki sorup durma çanların kimin için çaldığını; senin için çalıyor. ” Diyor John Donne ve kitabın adı da bu başrahibin vaazından geliyor.
Havana’ya damgasını vuran Hemingway’in San Francisco de Paula tepelerindeki evi “Finca Vigia” müze haline getirilmiş. Yemyeşil bir ortamda, İspanyol tarzı, beyaz boyalı, aydınlık, çok kitaplı, duvarlarında av hayvanı başları, lavaboda her gün vücut ağırlığını not aldığı karalamasıyla, daktilosuyla, geniş bahçeli, yüzme havuzlu, ” Pilar” adlı teknesinin de sergilendiği bir ev. Öylesine sevecen bakan bu adamın intihar ettiğine inanamıyor insan. Çok sevdiği bu ülkeyi anlattığı kitabını ise bitirememiş, eser ölümünden sonra basılmış.
Yıl boyu 28-34 arasında değişen sıcaklık, sürekli bir “serinletici” kültürünü yaratmış bu ülkede. Hamingway ise bu kokteyllerin dünyaya tanıtılmasına katkıda bulunmuş. Mojıto (mohito) kokteylini çok severmiş ve daiquiri (daykiri) kokteylini ise La Floridita’da barmen ile birlikte geliştirdiği anlatılıyor. Mojito; şeker, taze limon suyu, soda, rom, taze nane dalları ve buz ile hazırlanan ve en popüler olanı. Pina collada: süzülmüş ananas suyu, hindistan cevizi kreması ve rom ile, Cuba Libre ( özgür Küba) rom ve kokakola ile hazırlanıyor . Ortak özellikleri içlerinde rom olması. Rom (Küba da ron olarak söyleniyor), şeker kamışı özünden yapılan Küba’nın milli içkisi. Bu kokteyller, elbette bir Havana barında, üçlü yada dörtlü yerel gruptan canlı bir Küba müziğiyle içilmeli ki, gel keyfim gel…
Bir Havana akşamında, heyecanla gittiğimiz Bueno Vista Social Club, fotoğraflar, dekoru, barıyla tam bir nostaljiydi! Dünyanın tanıdığı grup üyeleri içinde, oldukça yaşlılar var, ama enerjileri kesinlikle müzikle yükseliyor. Solist değiştiğinde ayaklarını sürükleyerek yürüyen o bey, mikrofondaki bey olamaz dedirtircesine farklı. Büyülü pek çok ses eski binada yankılanıyor. Ve gece de düşümüzde…
Bir puro fabrikasındayız. Fotoğraf makineleriyle girilmiyor. Ses sisteminden bir kitap okunuyor. Kadınlı erkekli, beşli, altılı masalarda, önlerinde kalıpları, bıçakları, ucunu hazırlayacakları malzemeleri önlerinde, eskice bir ortam, değişik bir tütün kokusuyla, ışıldayan gözleri ve bir taraftan puro sarmaya devam edişleri ile baş döndürücü bir hızdalar. Puroyu sardıkları, işlemden geçmiş yaprak epey ince. Ortadaki kalın yeri atıp, önlerinde açıyor, düzeltiyorlar, boyutu ayarlamak çevresinden kestikleri parçaları de ekleyip, avuçlarında sıkarak, hazırladıkları yaprağın üzerine koyup, sıkıca sarıyorlar. Oldukça hünerliler. Merakınızı gidereyim; Hep duyduğumuz gibi, bacakları üstünde filan değil, birkaç kişinin yan yana dizildiği uzun masalarında bunu yapıyorlar. Kalıplara koyup sıkıştırıyorlar. İki ucu için ayrı bir kesme, yapıştırma işlemi ile puro tamamlanıyor. Sonrasında renklerine göre ayrılan purolar kalite kontrolden geçip, kutularına yerleştiriliyor. Sarıcılardan bazıları, çevrelerini kollayıp, bize, sigara işareti yaparak var mı diye soruyorlar. Bu arada saranların belli sayıda puro alma hakları var ve günlük sardıkları miktar belli. Köylüler ürettikleri tütünün %90’ını devlete vermek zorunda.
“Puro içen adam, bir anlık mutluluğun insan ömründe ne denli büyük değer taşıdığının farkındadır. Büyük hırs ve düşlerin bir puro dumanı gibi uçup gittiğini bilir. ” diyor bir yerlerde. Puro markalarından en ünlüsü Cohiba, anımsadıklarım Partagas, Monte Cristo, Edmundo, Sanco Panza.
Hoş mekanlarda balık-tavuk seçimiyle yemekler yedik. Etli yemeklerinde domuz eti kullanılıyor. Siyah fasulyeli pilav tattık. Deniz ürünleri de çok güzel. Yanlarında garnitür sebze, meyve haşlamalarıyla, pilavla sunuluyor. Yemek üzerine de mutlaka dondurma. Elimizde hoş geldin mojitoları, buz gibi yerel biralar, Kristal ve Bucanero, yanında olmazsa olmaz canlı müzikle her yemek birer tat, duyu, görsellik sofrası.
Sabah kahvaltıları ise açık büfe yada harika omlet, peynir tabağı, tropikal meyve siparişleriyle şölen. Ekmek türleri çeşitli ve güzel. Otellerde aç kalmak olanaksız. Sokaklarda yeme alışkanlığı ve fast food ise yok.
Malecon yani sahil yolu, Küba’lıların sıcaklığını da gözleyeceğiniz güzelliğiyle oldukça uzun, Habana ile Vedado bölgelerini bağlıyor. Bir tarafta güzel binalar, bir tarafta deniz ve kafeler, sahilin duvarlarına oturanlarla hareketli. Gece güzelliği de başka, kahvemizi yudumlayıp, yürüyüşe çıkıyoruz. Küba’da sokaklar ışıklandırmada biraz loş. İnce kalem gibi külahlarda fıstık alıyoruz. Rahatsız edilmek yok, aksine çevredekilerle biz istersek küçük sohbetlerdeyiz. Derken yanı başımızda iki gitar ve güzel seslerden oluşan, bize özel parçalarla, müzikle kuşatılıyoruz.
Devrim müzesi, bağımsızlık ve egemenlik için savaşan ulus anlayışını gösteriyor. İçeri fotoğraf makinesi alınmıyor. Üniformalar, günlük yaşamdan parçalar, fotoğraflarla savaş, devrim her şey iç içe. Castro’nun Domuzlar Körfezi çıkartmasında kullandığı tank burada sergileniyor. Eski Başkanlık Sarayı, bu müze binasına dönüşmüş. Çıkışta Reagan-Bush karikatürleri gülümsetip, düşündürüyor. Uzun zamandır sağlık sorunları olan Fidel Castro’ nun nerede yaşadığını soruyoruz, güvenlik nedeniyle bilgi alamıyoruz.
Bueno Vista Social Club da bir gece, sanki zaman tüneline girdik. Grup üyelerinde oldukça yaşlılar var ama enerjileri müzikle yükseliyor. Solist değiştiğinde ayaklarını sürükleyerek yürüyen o bey, mikrofonda başkası sanki. Büyülü pek çok ses, danslar; eski ama yaşamı kucaklayan binada yankılanıyor.
Küba’da her yer, Franbuyan adında, kırmızı renkli çiçekleri olan ağaçlarla süslü. Sarı renklisinden daha az serpilmiş çevreye. Küba’nın rengi bu olmalı…
Australia adlı trenle, tarihi ”Avustralya şeker yapım evi” ne gidiyoruz. Birer Japon gülü hediye ediyorlar bayanlara, saçımıza- yakamıza takıştırmak için. 1593 tarihi var tren üstünde.
Hareket ediyoruz, her yerde muz ağaçları, ananas tarlaları ve yeşil bir doku var. Aralarına iniyoruz. Muzlar ucundaki çiçeğiyle ilginç. Tropikal meyve ziyafeti ve müzik, dans bizi bekliyor. Bizi trenle getirenler, danslar ve tüm gösterilerde yer alan bir ekipler, her telden çalıyorlar. Bir palmiyeye tırmanışı canlandırıyor, şeker kamışını çiğnetiyor ve bize şeker kamışı suyunun elde edilişini gösterip, bardaklarımıza kurdukları düzenekten akıtarak sunuyorlar.
1494 yılında Kristof Kolomb’un Küba’da ayak bastığı ilk yer Cienfuegos. Kasaba güzelliğinden dolayı ”Güneyin İncisi ” adıyla anılıyor. Palacio de Valle Sarayı mavi beyaz o mozaikler, içte dönerek yükselen harika işçilikli demir mavi merdiven, mermerler, bezemeler, vitraylar ve pembe terasından denize bakış güne yakıştı.
Cienfuegos, ticaret merkezi ve liman şehri, neoklasik binalarla kaplı. Thomas Terry Tiyatrosu, 1890’lardan kalma, tavandaki freski, yarım daire planlı oturma düzeni, ahşap oturaklar ve harika sahnesiyle, yine bulunduğumuz zamanı değiştiriyor. Belediye Sarayı, Ferrer Sarayı, San Lorenzo Okulu burada. Meydanda, bir binanın üstünde beş vatanseverin resimleri yanında, Volveran! (Geri Dönecekler) sloganı var. Her yerden görünüyor. Amerika’nın, Küba’ya karşı ambargosuyla başlayan, mafya kökenli terör eylemleri artıp, Küba’nın işbirliği ve tedbir önerileri de Amerika tarafından reddedilince, Küba hükümeti bu beşliyi görevlendirir. Miami’ye gidip bu terör gruplarına sızarlar ve Küba hükümetine bilgi verirler. Küba Beşlisi bu zor ve onurlu görevi yerine getirir fakat Amerika’ ya karşı casusuluk suçlamasıyla 1998’de tutuklanır. Ve 2001 de Amerika’da hapsedilirler. Küba halkı birgün serbest kalacaklarına, bu haksızlığın biteceğine inanıyor ve bekliyor: Volveran!
Meydan çok güzel, yeşil sandalyeleri, bankları, çiçekleri, ağaçları ve çevresinde tüm binalarıyla. Burada da üç tekerli, üç kişilik taksi bisikletler var. Otelimiz, La Union, 1869 tarihli, yine ortada üstü açık mavi avlusu var. Şehrin caddeleri ve binaları özenle dizilmiş gibi sunuyorlar bize tarihlerini.
Bir eczaneye giriyorum, banko içinde raflara dizilmiş ilaçlarıyla, sade ve az ilaç, eşdeğer yok, ne güzel.
Cienfuegos yakınlarında, Jardın Botanico adlı botanik bahçesindeyiz. Ulusal ağacı bir palmiye türü olan roystonea, bizdeki söylenişiyle hamile palmiye, uzun gövdesi bir bombe yaptıktan sonra ilk kalınlığıyla devam edip, yapraklarına ulaşıyor. Küba’da her yerde görülebilir. 94 hektarlık, 2000 türün bulunduğu botanik bahçesi, 1926’da oluşturulmaya başlanmış. Mankey trup, buda, kaju, fil ayağı, salam, abanoz, koka, cannon bumb ağaçları ve daha buraya yazamadıklarımla dolu. Tarzanın sarmaşıklarında sallanmacayla başlayan ve rehber Hermes ile güle, bilgilene keyifli bir geziyi daha yürüyoruz.
Küba, 19. yüzyılın ortasına dek, dünya şekerinin üçte birini üretmiş ve dünya sömürgelerinin en değerlisi olmuş. Nüfusun yarısını oluşturan köleler, plantasyonlarda çalışmış. Elliden fazla şeker kamışı fabrikası inşa edilmiş. Bunların kalıntıları, Trinidad’ ı şekerin zenginleştirdiğini söylemek için yeterli.
Şehri simgeleyen, sömürge döneminden kalan büyük Manaca Iznaga çiftliğindeki Iznaga Kulesi en bilindik yapı. Kuleyi inşa ettiren toprak sahibi, tarlalarında çalışan köleleri izlermiş. Çevre el işlerini pazarlamaya çalışanlarla hareketli bu kez. Konağın içinden geçip, kamelyasına yerleştirilen makinadan şeker kamışı işlenişini izliyoruz. Makinenin üzerindeki kolu köleler çevirirmiş bir zamanlar.
Şehre iniyoruz. Plaza Mayor Meydanı, kilisesi. Bu şehir bizi dokuya katılmamız için çağırıyor. Taş sokakları, evlerin dizilişiyle masalsı. El sanatları dükkanlarında, bitki örme şapkaların, el işlerinin, ahşap işçiliğinin çokluğuyla, romantik müzeye geliyoruz: Palacio Brunet mobilya ve porselenleriyle, çıktığımız ahşap merdivenli yüksek kulesiyle harika bir şehir manzarası veriyor. Kocaman taşların düzenli dizilmesiyle oluşturulmuş, su yollu sokaklar, Cancancara Tavernası ve”limon suyu, bal ve rom”dan oluşan cancancara kokteyli tadıyoruz. Geceleri başka güzel Trinidad: Canlı müzik mekanları şenlendiriyor şehri. Her yerde dans, gösteriler, müzik ve alkollü-alkolsüz kokteyller. Küba, bu ritmi bünyesinde taşıyor.
Ancon’ a geldik ve otelimize yerleştik. Odamız zemin kattaydı, yerde bir hareketlilik var, bakınca ne görelim, kırmızı yengeçler koşuşturuyor. Balkona çıkıp, sahilde de çok olduklarını görünce, kendimizi üst katlarda bir odaya attık. Çok hareketliler, basmak olası değilse de, ordan burdan çıkınca insanı şaşırtıyorlar. Deniz ılıcık ve plaj beyaz kumsalıyla geniş.
Akşamında, Trinidad’da Casa de la Trova’dayız. Bina içinden kapalı bir bahçeye çıkıyoruz. Müzik alıp götürmeye başladığında insanı, sahnede müzikle insanı bütünleştiren harika danslar başlıyor, sonrasında sizi de sürüklüyor peşinden. Oturduğun yerde salsa daha kolay duygusuna aldırmadan, dans eden çiftin ve dansa çağıranların elleriyle sahnedeyiz.
Ertesi sabah, katamaran ile Ancon’ dan Cayo Blanco ‘ya hareket: Deniz, gözün almadığı beyaz kumsallar, taşlar, palmiyeler, yaban hayatı ile adaya yanaşıyoruz. İsteyenlerle açıklarda, şnorkelle dalış ve mercan kayaları, renkli balıklarla olma imkanı. Kıyıya geldiğimizde ahşap kameriyeli restoranda deniz ürünleri menüsü ve sevmeye izin veren iguanayla, dopdolu bir gün daha geceye bırakıyor zamanı.
Trinidad oldukça yakın; akşamında, yükselen taş geniş basamaklara yerleştirilmiş masaları ve geniş sahnesiyle bu kez açık havada salsa yapanlar, müzik grubu, özel giysili dansçıların gösterileriyle harika bir gece bizi bekliyordu. Kah dansta, kah müzikte olmak, ayla geceyi içine çekmek sonsuzluk gibi.
Bu sabah, Guanayara Ulusal Parkı, Topes de Collantes’e ulaşmak için Rus kamyonlarına binip, harika ormanlar arasından donanımlı bir sağlık kompleksine geldik. Buradaki kısa molada, rehber aldık, harita üzerinde bilgilendirildik. Kamyonlar, üç-dört basamakla çıkılır yükseklikte demir yığınları. Üstü kapalı, asker yeşili ve sarıya boyanmışlar. Kasalarında ikili oturma sıraları var, safarideyiz. Bol rüzgar ve manzarayla yeniden yola çıktık…
Küba sağlık alanında oldukça iyi. Küba’da küçüklü büyüklü üçyüzün üzerinde biyoteknoloji merkezi varmış. Latin Amerika’nın en fazla ilaç ihraç eden ülkesi olan Küba, aynı zamanda teknoloji transferi projeleri kapsamında, başka ülkelerde biyoteknoloji merkezlerinin kurulmasına da yardımcı oluyormuş. Cilt hastalıkları tedavisinde de önemli bir yeri var. Bu da, ekonomisine bir katkı sağlıyor. Klinikte aids aşısı denemesi yapabilen, dünyada beş ülkeden biri olduğunu söylemeden geçmemeliyim. Anayasasında, herkesin sağlıklı bir çevrede yaşama hakkına sahip olduğunu belirten, Antillerdeki tek ülke Küba.
“Korkma şerefli bir ölümden// vatan için ölmek yaşamaktır//zincirlerimizle yaşamak// yaşamaktır onursuzlukla ve boyun eğerek// kulak ver ulusunun çağrısına// hazırlanın cesur çocuklar savaşmaya” diyor ulusal marşında.
Bir yerel rehber daha; Yuri ile dağlar, nehir, yerel bitki örtüsü, hayvan türleri, şelalesi, ulusal kuşu görebilme telaşıyla ve bunu başararak, harika bir ekosisteme girdik. Altmışiki metreden dökülen Salto de Caburni ve Salto Vega Grande şelaleleri’ni görmeye ve oluşturdukları doğal havuzda yüzmeye doyamadık. Sulardan aşmayı sağlayan, tek kişi geçmekte yarar olan, doğal ağaç tutunaklı ve kalaslardan oluşturulmuş yerler vardı. Kalan küçük yürüyüşle de harika bir mekanda, Centineles del rio Meledioso’da, doğanın içinde ahşap çitler, banklar ve masalarla oluşturulmuş bir balkonda yemek ve üstüne Küba kahvesi ile eşsiz bir gün, sonunda, kamyonlarla dönüş yolu…
Los Canayes’e geliyoruz, bir zamanlar yerlilerin yoğun olduğu bölge. Kızılderili figürleri var. Otelimiz tatil köyü; dörtlü odalar tek sazlı çatıda toplanmış, öbek öbek saz örtülmüş çatılarıyla bungolovlardayız. Havuzlu, göz aldığınca yeşil, ilginç ağaçlar ve ağaç kökleriyle kaplı, oldukça geniş bir alanda, ağaçlara yerleştirilen heykelleriyle, çevrede değişik renkli kuşlarıyla dingin. Ve balkonun, kapı önünün önemli ve havadar olduğu bu iklimde, her evde sallanan sandalyeler görmüştük. Burada rahatlığını deniyoruz. Günü akşama böylesine bağlamak ve görselliği sindirmek, başka bir güzellik oldu.
Sabahında, kısa bir yolculukla, Santa Clara’dayız. Burası, Che Guevera’nın yattığı yer. Che tarafından ele geçirilen ve Batista ordularının neredeyse tüm cephanelerini taşıyan zırhlı trenden oluşturulan müze parkı geziyoruz. Che ile anılan yeşil şık bereleri başımıza geçirip, hafif sola eğiyoruz. 1967’de Bolivya’da yaralı olarak yakalanıp infaz edilen ve otuz yıl sonra cesedinin getirilerek defnedildiği Che Guevera’nın mozolesini ve heykelini göreceğiz. Anıt mezar yanındaki müzede Che’nin yaşamı ve devrim fotoğrafları sergilenmiş. Che düşünceleri, tarzı ve duruşuyla her zaman etkileyici. Yaşanmışlıklara dokunuyor gözlerimiz.
Müzenin karşısındaki kapıdan diğer odaya girdiğimde sessizlikteki Che mozelesinde buldum kendimi, sonsuza dek yanacak devrim ateşinin ve Che’nin yanında. Bu kapıdan girince ulaşacağımı duymamış olmalıyım, şaşırdım ve sessizlik, izlediklerimiz, hüzün, saygı, sevgi ve müzikten daha da etkilendim. Che ve on altı savaşçı arkadaşı burada yatıyor. Duygularla ıslanmış dışarı çıktık, binanın diğer yüzüne ulaştığımızda, Che’ nin görkemli heykeli ve kaidesinde “Hasta la Victoria Siempre” (Zafere Kadar Daima) sloganı ile ve başımızda Che berelerimiz, sol eller yumruk havada, Che ile birlikteydik…
Bolivya’ da yakalanıp öldürüldüğünde çantasından, “Gran Dısaursa-Revolucionario Kemal Atatürk (Kemal Atatürk’ün Büyük Nutku)”, Nazım Hikmet’in” Kuvayi Milliye Destanı” ve “Amoo en ti lo imposibble ” adlı 1961 Havana basımı şiir antolojisi kitaplarının çıktığını okumuştum.
Şehir yine binalarla düzenli. Burada girdiğim bir eczanede, kutular üzerine etken madde isimleri yazılmıştı ve içlerinde blister ambalajlar vardı, ilaçlar sayı ile veriliyordu. Küçücük bir raf sistemiyle çözüme ulaşılmıştı.
Cojimar, şirin balıkçı kasabası, Hamingway’in Nobel ödüllü “Yaşlı Adam ve Deniz” i yazarken ilham aldığı yer. Restoranda masası hala korunuyor, kitabı anımsatan balık avı görüntüleri, kaptanıyla Hamingway, denizin adeta içindeki bu dingin yerdeler. Küba’da hep gördüğümüz gibi ahşap güzel bir barı var. Küba’nın eskiye aitliğinde bu ahşap barlar bakmaya, tatmaya gerçekten çok yakışıyor. Burada Don Gregoria mojıto ikram ediliyor. Bu mojito, kaptanın adını taşıyor ve denizi anımsatmaya mavi renkte. Tek katlı evler arasından, caddeye paralel tüm sokaklar denize açılıyor.
Havana’ya dönerek, rüya gibi çabuk geçti dediğimiz günlerden sonra, bugünlerde anılardan, fotoğraflardan, birlikte olduğumuz dostlardan, daha neler anımsıyor insan. Bir kısmı da anılarımızda kalsın ve sizler de gitmelisiniz diyerek; Özgürlük ve sevgi yumağı içinde, yeniden dirilişin ve yaşama dönüşün yolculuğu ile, yaşam adeta durmuş dedirten, bir tarih ve sıcaklıktı; Küba, unutulmaz güzelliklerde kalmak, devrim ve yaşam.
15-23 Haziran 2013, Ebruli Tur
Gülnur Güçlü