Moby Dick’in ünlü yazarı Herman Melville, romanının yayınlanmasından beş yıl sonra (1856) çıktığı Doğu yolculuğunda 20 Aralık Cumartesi günü İzmir Limanı’na inmiş ve pek çok gezgin gibi önce köle pazarına gitmişti. Ardından bir rehberle birlikte Pagos Dağı’na tırmanan yazarımız, bir süre Kadifekale’den “muhteşem İzmir ve Körfez manzarasını” seyrettikten sonra Kervan Köprüsü’ne inmişti: “Burası muhteşem bir konaklama yeri ve şehrin çıkış kapısı. Buradan sürekli olarak deve, at, katır ve eşek kervanı geçti. Bazen deve kervanına bir at öncülük ediyor, bazen bir eşek, bazen de arkadan bir eşek takip ediyor. Biniciler hep kılıç kuşanmış” diyor günlüğünde.
Kervan Köprüsü, ‘Levant’ın Tacı’, ‘Doğu’nun İncisi’ İzmir’i 19. yüzyılda ziyaret eden gezginlerin tartışmasız olarak gezi programlarında yer aldığı gibi, seyahatnamelerinde muhakkak anlattıkları mekânların başında geliyordu. Sadece pitoresk görüntüsü nedeniyle değil, Melville’in de işaret ettiği gibi İzmir’in çevresiyle bağlantı kuran ‘kapı’ olması nedeniyle biraz da zorunlu bir uğrak yeriydi. 1840’da Levant’a yolculuk yapacak olanlar için hazırlanmış olan ve ilerleyen yıllarda yenilenerek tekrar tekrar basılan John Murray rehberlerinde, İzmir çevresi için önerilen beş gezinin üç tanesi Kervan Köprüsü’nden geçiyordu. Aynı rehber, Kervan Köprüsü’nün Türklerin günün sıkıntılarını sonlandırdıkları yer olduğunun altını çiziyor ve pazarları ise Hıristiyanların uğrak yeri olduğunu belirtiyordu. “Bir sürü kahvehane Meles’in kıyılarında ayakta durur ve burada toplanan her memleketin kıyafetlerinin çeşitliliği ve güzelliği burayı canlı ve pitoresk kılar”.
Kervan Köprüsü’nün çevresi Batılı seyyahlara Doğu’nun aradıkları gizemli ve süslü görüntüsünü sunuyordu. Bu nedenle buranın canlılığı seyyahların sadece satırlarında değil, çizilen illüstrasyonlarda da kendisini göstermekteydi. 1830’ların sonlarında İzmir’e gelen Thomas Allom’un Kervan Köprüsü tasviri bu tür illüstrasyonların ilk akla gelenlerden biridir. Allom’un resminin altına şu satırlar kaydedilmiş: “Resmin ön tarafında, Meles nehri üzerinde bir köprü görülmektedir… Bu köprüden ardı kesilmeden devamlı surette kervanlar geçmektedir. Bu, şehrin ticari faaliyetinin ne kadar büyük olduğunu göstermektedir. Bu tek köprü üzerinden bir günde 800 yüklü devenin geçtiği tespit olunmuştur”. Büyük olasılıkla İzmir’de fotoğrafı çekilen ilk obje olan Kervan Köprüsü, 19. yüzyılın sonlarına doğru hızla yaygınlaşan fotoğraf kartpostalların vazgeçilmez dekorlarından biri haline geldi.
Kervan Köprüsü’nün ne zaman yapıldığı bilinmiyorsa da uzmanların ortak kanısı Romalılar döneminden beri var olduğu yönündedir. Bazı kaynaklarda, tek kemerli, yaklaşık 12 m. uzunluğundaki köprünün en az 3000 yıllık olduğunu belirtilmekte, bazıları da kesintisiz kullanımı devam eden en eski köprü olduğunun altını çizmektedir. Bir köprü mühendisi olan Henry G. Tyrrell, köprünün önemini vurgulamak için, İsa’nın havarilerinden St. John’un İzmir’e büyük olasılıkla bu köprüyü kullanarak girdiğini yazmaktadır.
St. John’un İzmir’e girerken bu köprüyü kullanıp kullanmadığını bilemeyiz, ama varlığını büyük ölçüde ticarete borçlu olan İzmir’e İran’dan, Azerbaycan’dan, Anadolu’nun en ücra köşelerinden gelen ürün ve mallar şehre bu köprüden giriş yapıyorlardı. 17 ve 18. yüzyıllarda yüzlerce deveden oluşan kervanlar, bu köprünün başında soluklanıyor, yükler çözülüyor, kervancılar yorgunluk kahvelerini içip nargilelerini burada tüttürüyordu. 19. yüzyıl ortalarına doğru uzun mesafe kervanların sayısı azaldı, daha az sayıda deveye sahip küçük kervanlar, çevrenin tarım ürünlerini taşımaya başladı İzmir’e. Kasaba demiryolunun inşası, köprüye ismini veren kervan aktivitesinin daha da azalmasına yol açtı hiç kuşkusuz. Köprünün yaklaşık bir kilometre ötesine inşa edilen Kemer istasyonu faaliyete geçince, demiryoluyla buraya getirilen ürünler, burada yeniden develere ve arabalara yüklenip şehre sokulmaya başlandı. Böylece Kervan Köprüsü artık develerin yüklerini indirdiği yer değil, geçtiği yer haline geldi.
Ancak bu durum Kervan Köprüsü’nü önemsizleştirmedi. Köprü’nün altından akan dere (yanlış olarak Homeros’un şiirlerinde bahsettiği Meles adıyla anılıyordu), köprünün hemen yanında bulunan yeşil büyük boşluk, bölgeye bulunmaz bir mesire yeri özelliği kazandırıyordu. Şehrin sıcağından, gürültüsünden kaçmak isteyen İzmirliler, tatil günlerinde ve bayramlarda burayı şenlendiriyorlardı. Çevreye inşa edilen derme çatma kahvehanelerde, başta kahve ve nargile olmak üzere her türlü şerbeti bulmak mümkündü. Bu kahvehaneler ayrıca hikâye anlatıcıların ve meddahların hünerlerini sergiledikleri yerlerdi. 1806’da bir seyyah şöyle yazıyor: “Hikâye anlatıcıları Türklerin aktörleridir ve kahvehaneler onların tiyatrolarıdır; Kervan Köprüsü İzmir’in tiyatrosudur.” 1863’te padişah Abdülaziz’in ziyaret ettiği Kervan Köprüsü’nün çevresi, ihsan ettiği parayla düzenlendi ve Aziziye Bahçesi adıyla anılmaya başlandı. Kervan Köprüsü 1830-1880 döneminde özellikle Batılılar için o kadar ünlendi ki, adına beste yapıldı, şiirler ve öyküler yazıldı.
Kordon’un inşasıyla birlikte, 1880’lerde kıyı boyunca sıralanan kafeler, birahaneler, tiyatro ve sinemalar Kervan Köprüsü çevresindeki eğlenceleri unutturdu ve efsanesi bir süre daha devam etse de Köprü sadece şehre karadan girişi sağlayan bir geçiş noktası haline dönüştü. Cumhuriyet döneminde ‘Kervan’ sıfatı da bir kenara bırakılarak, Türklerin eskiden beri kullanageldiği ‘Kemer Köprüsü’ adıyla anılmaya başladı. Zamanla kentin sınırlarının genişlemesi ve artan taşıt trafiği, yol genişletme ve üzerinin tekrar tekrar asfaltlanması, orada bir köprü bulunduğunu bile unutturdu. Böylece İzmir’in birçok değeri için geçerli olan, Kervan Köprüsü için de geçerli oldu: Kendi gitti adı bile kalmadı yadigâr.
Dr. Erkan SERÇE