HARİTANIN EN UZAK KÖŞESİNDE; VAN’DA ve HAKKÂRİ’DE DOLAŞIRKEN…
19-23 Haziran 2019
Giriş
Bir coğrafyacı arkadaşım söylemişti gezi sırasında; Hakkâri topografyası o kadar engebelidir ki; onu ütü ile ütüleyip bir düzleme çevirsek, Türkiye’nin yüzölçümünden daha büyük bir alana karşılık gelecektir. Sadece bu bile Hakkâri coğrafyasının ne denli zorlu koşullara sahip olduğunu anlatmaya yeterlidir. Haritanın sağ alt köşesinde; alabildiğine koyu kahverengi bir renge bürünen Hakkâri’de yüksek dağlar ve derin vadiler arasında yüzyıllardır sürüp gider çileli hayatlar. Ölmeler, öldürmeler, can pazarları; insanın doğayla, insanın insanla sürgit didişmesidir Hakkâri’de sanki hayat… Koçerlerin bin yaşındaki sürülerinin peşinde sarardıkça otlar, o yayladan bu yaylaya yer değiştirmeleridir biraz da hayat. Yüksek dağlar arasından Zap Suyu’nun köpürerek ve karşı konulmaz bir aceleyle Irak’a doğru akışı, karlı zirvelerdeki buzulların beslediği bir başlangıçtır aslında. Nerede başlar, nerede biter Hakkâri? Sümbül Dağı’nın, Reşko’nun; sıra sıra Cilo’nun başka zirvelerinin güç verdiği, yeniden ürettiği, besleyip büyüttüğü bu coğrafya, gönlümüzün telini titretmiştir özetle…
Sadece coğrafyası değil, geçmişi de acılarla yüklü denilebilecek kadar zorlu; haritanın en uzak köşesindeki Hakkâri’ye gittik seçimler arifesinde. Ortalık görece bir sükûnet içindeydi; baharın ardı yazdı; ama Hakkâri’nin dağlarına bahar yeni yeni gelmekteydi henüz. Yemyeşil çayırlarla kaplı yüksek dağların sırtları, zirvelerde çözülmeyen buzullar, yoğun güvenlik önlemleri içinde geçen dört günümüz, isteyip de gidemediğimiz yaylalar; buzul gölleri, Yüksekova’da bir kına gecesinde çektiğimiz halaylar, daha neler neler…
İzmir’den Van’a
İzmir’den kalkan uçak, sönmüş volkanlarla kaplı bir coğrafyanın neredeyse tam ortasındaki bir çukurda; bu volkanların yaratmış olduğu tarihsel birikimle var olmuş Van Gölü’nün üzerinden alçalarak, göl kıyısındaki havaalanına sabahın erken saatlerinde indi.
Van Gölü ya da yöresel adıyla Van Denizi, aslında gölün hemen batısında yer alan 2947 metre yüksekliğindeki Nemrut volkanının aktiviteleri sonucunda oluşmuş. Nemrut volkanından on binlerce yıl boyunca püsküren lavların, şimdi gölün bulunduğu vadinin önünü kapatarak bir set oluşturması, zeminde biriken lav kalıntıları nedeniyle meydana gelen geçirimsiz bir tabakanın yağmur ve onu besleyen derelerin taşıdığı sularla dolması neticesinde Van Gölü’nün oluşumu tamamlanmış. Bu anlamda; Van Gölü, bir lav set gölü olarak dikkat çekiyor.
Güneşin üstümüze doğduğu bir Van sabahında, göle yüksekçe bir sekiden bakan Edremit Kalesi’ne uğradık önce. Van kahvaltısıyla güne merhaba dediğimiz bu anlarda Kız Kalesi adıyla da bilinen Urartulardan kalma bu savunma mekânının hikâyeleri karşıladı bizleri.
Bugün Kız Kalesi olarak bilinen Edremit Kalesi, Urartular döneminde önce taş ocağı, daha sonra ileri karakol ve yazlık saray olarak kullanılmış. Söylenceye göre; Asurlar ile Urartular arasındaki bir savaşta Urartu Kralı Menua ile Asur Kraliçesi Semiramis birbirlerine âşık olup evlenirler. Ülkesini ve ülkesindeki bahçeleri özleyen Kraliçe Semiramis için; eşi Kral Menua, 52 km uzunluğundaki Şamran Kanalı’nı, bu sayede oluşturduğu sulama imkânlarıyla da Van Gölü kıyısında bağlar, bahçeler yaptırır. Kral, yetiştirdiği üzümleriyle tanınan bu bağlara ise, kızı Terrira’nın ismini verir.
Kahvaltı sonrası, yakın geçmişte Hakkâri’yi konu alan bir ahir zaman masalının anlatıldığı Vizon Tele filmine mekân olmuş İhtiyar Şahap Dağları solumuzda; Van Gölü’nün mavi-yeşil suları sağımızda; bizi Ahtamar Adası’na götürecek olan Gevaş-Ahtamar feribot iskelesine gitmek üzere Gevaş’a doğru yola çıktık. Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuk sonrası derme çatma Gevaş iskelesine; sonrasında ise, bu iskeleden bindiğimiz tekne ile yaklaşık 20 dakika içinde Ahtamar Adası’na ulaştık.
Ahtamar Adası ve Kilisesi
Adaya yaklaşırken, kırmızı renkli volkanik andezit taşından yapılmış Kutsal (Surp) Haç Kilisesi, önümüzde bütün ihtişamıyla büyüdükçe büyüdü. Ada iskelesine yanaşırken ilk dikkatimizi çeken ise, adanın güney sırtlarındaki kayalıklara yuvalanmış; sayıları bini bulan martılar oldu. Hep bir ağızdan, bağrış çığrış içinde; sanki bize hoş geldin derler gibiydi.
Kilise, Ahtamar Adası’nın güneydoğusundaki bir tepe üzerine, Kudüs’ten İran’a kaçırıldıktan sonra 7. yüzyılda Van yöresine getirildiği rivayet edilen Hakiki Haç’ın bir parçasını barındırmak amacıyla, Abbasilerin himayesindeki Vaspurakan Krallığı döneminde; Kral 1.Gagik’in emriyle 915-921 yıllarında Keşiş-Mimar Manuel tarafından inşa edilmiş. 1.Gagik tarafından yine adada inşa edilen saray kompleksinin bir parçası olan kilise, Ortaçağ Ermeni mimari sanatının en gösterişli eserlerinden biri olarak kabul ediliyor. Zaman içinde kralın sarayından bugüne hiçbir iz ulaşmazken, kilise ve yanındaki bazı dini üniteler ayakta kalabilmiş. Kilise ve onu bütünleyen diğer dini yapılar, Vaspurakan Krallığı’nın 1021-1022 yıllarında Bizans İmparatoru Basil tarafından yıkılması ve topraklarının Bizans’a ilhak edilmesi sonucunda bir manastıra dönüştürülmüş.
Yapılar kompleksi, 1895 yılına kadar Ermeni Patrikliği’nin merkezi olarak işlev görmüş. Bu tarihe dek 300 civarı keşişin yaşadığı ada sakinleri, 1895 ve 1915 olaylarını takiben adadan ayrılmışlar ve Ahtamar Adası o günden sonra sessizliğe bürünmüş. Bu tarih, aynı zamanda Ahtamar Kilisesi’nin harabiyet sürecinin başlangıcına da denk düşüyor. Yapıların en büyük tahribatı ise 1950’den sonra…
Doğudaki birçok başka Ermeni anıtı ile birlikte Ahtamar Kilisesi’nin de 1951’de Demokrat Parti döneminde; hükümet emriyle yıkımı kararlaştırılmış, 25 Haziran 1951’de başlatılan yıkım çalışması, o dönemde genç bir gazeteci iken, tesadüfen olaydan haberdar olan Yaşar Kemal’in müdahalesiyle durdurulmuş.
Kilisenin kuzeydoğusundaki şapel 1296-1336 tarihlerinde, batısındaki jamadun (cemaat evi) 1793 tarihinde, güneyindeki çan kulesi 18. yüzyıl sonlarında ilave edilmiş. Kuzeyindeki şapelin ise tarihi bilinmiyor. Bugün UNESCO Geçici Kültür Mirası Listesi’nde yer alan kilisenin dış cephelerinde ise, Eski ve Yeni Ahit’ten sahnelerin yer aldığı rölyefler, bitki ve hayvan desenleri yer alıyor. Kilisenin içerisinde günümüzde oldukça yıpranmış durumda; Hz. İsa’nın yaşamından sahneler içeren freskler mevcut. Bu sahnelerin arasında; havari figürleri, Hz. İsa’nın göğe yükselişi, metamorfosis (başkalaşım) sahnesi, çarmıha gerilme ve mezardaki kutsal kadınlar sahnesi, cehennemden çıkış (anastasis) sahnesi, Lazarus’un dirilişi ve Kudüs’e girişi, Hz. İsa’nın Maria Magdalena’ya görünüşü sahneleri yer alıyor.
Adaya ve dolayısıyla kiliseye adını veren bir de söylencesi var Ahtamar’ın… Çok bildik bir söylence olmakla birlikte biz de yineleyelim burada:
Eski zamanlarda adada yaşayan bir Ermeni keşişin, çevresinde güzelliği ile dillere destan bir kızı varmış. Kızın adın Tamar imiş. Kız adanın karşı kıyısında bulunan; yakındaki köylerde çobanlık yapan bir gence âşık olmuş. Genç, her gece Tamar ile buluşmak için karşı kıyıdan adaya yüzerek gelir; sevgilisi Tamar da gecenin zifiri karanlığında sevdiği delikanlının suda yönünü bulması için, elindeki bir fenerle onu adanın uygun bir yerinde beklermiş. Gel zaman, git zaman; kızın keşiş babası, bu durumu bir şekilde fark etmiş. Kızının bir Müslüman genci ile gizlice buluştuğuna çok içerleyen keşiş, fırtınalı bir gecede sevgilisine ulaşmak için durmadan kulaç atan çobana sinsi bir tuzak kurmuş. Elinde aynen kızının yaptığı gibi bir fenerle; ama sürekli yer değiştirerek suda dalgalarla boğuşan gence işaret göndermiş. Amansız dalgalar, keşişin sürekli yer değiştirmesi sonucunda, sudaki gencin yorulmasına ve dermanının kesilmesine neden olmuş. Delikanlı, feneri tutanın Tamar olduğunu düşünerek, çaresizce “Ah Tamar, Ah Tamar” diye haykırıp durmuş ve gücü tükendiğinde de karanlık sulara gömülüp gözden kaybolmuş. Sevgilisinin haykırışlarını duyan Tamar ise, onun gölde çaresizce boğulduğunu anlayarak, o da kendini karanlık sulara bırakıvermiş. Derler ki; o günden sonra iki âşığı bir araya getiren ise, Van Gölü’nün lacivert derinlikleridir.
Kilisenin doğusuna ve kuzeyine doğru genişleyen alanda çok sayıda Ermeni mezarı mevcut… Bunların başlarında ise üzerinde haç, bitki v.b. desenlerin işlendiği kısmen amorf, kısmen düzgün kenarlı; kızıl renkli andezitten mezar taşları yer alıyor. Adanın kuzeydoğusunda bir başka iskele daha var. Oraya doğru inerken, alıç ağaçları çıkıyor karşımıza. Hepsi çiçekte; bembeyaz… Bir de jamadun duvarları kıyısında rastladığımız; bu yörede nazarlık niyetine kullanılan üzerlik çiçekleri dikkat çekici. Sanki bir koloni zenginliğinde; duvarın dibine sinmiş gibiler. Suyun öte yakasında; geldiğimiz yönde İhtiyar Şahap Dağları’nın silueti, karlı tepelerinin üzerinde pamuk yığınları gibi beyaz bulutlar; önümüzde uzanan derin mavilikler; şimdi adadan gitme zamanı…
Ahtamar Adası’ndan ayrıldıktan sonra bindiğimiz tekne, kısa sürede bizi Gevaş iskelesine ulaştırdı. Bundan sonraki hedefimiz volkanik Nemrut Dağı ve onun kalderasındaki göller idi. Bu amaçla Tatvan’a doğru hareket ettik. Ama yol üstündeki Tatvan’da Bitlis’in meşhur büryan kebabından tatmadan olmazdı; biz de öyle yaptık.
Tatvan’da Büryan Kebabı
Tatvan’ı boydan boya aşan bir cadde üzerindeki bir lokantada yemek molası verdik. Büryan kebabı, Bitlis’e özgü bir yemek… Aslında bizim Ege’de kuyu tandır denilen ve kuzu etinden yapılan kebaba benzemekle birlikte büryan kebabı, yörede “hever” denilen erkek keçinin etinden, eğer bulunmazsa koyun etinden yapılırmış. Büryan için, yağlı ve nazik et tercih edilirmiş. İçinde yanıp köz haline gelen ateşin bulunduğu kuyulara çengellerle sarkıtılan tuzlanmış et, ağzı çamurla sıvanmış vaziyetteki sımsıkı kapalı kuyularda yaklaşık bir saatlik sürede yavaş yavaş pişer ve bu şekilde yenilecek kıvama gelirmiş. Etin altında; ama daha alt seviyede bulunan ve yine yukarıdan çengellerle sarkıtılmış bir kabın içindeki suyun buharı sayesinde, büryan kebabı kavrulmadan yumuşak bir halde pişme sürecini tamamlarmış.
Biz de, Tatvan’da buna benzer bir kebap yedik. Oldukça lezzetliydi. Kebap bize domates, yeşil biber ve dilimlenmiş kuru soğanla birlikte servis edildi. Yemek sonrası yönümüz, Tatvan’ın hemen kuzeyinde yer alan Nemrut Dağı’na doğruydu. Kasabanın kuzeybatısındaki bir tali yolu takip ederek volkanik Nemrut kütlesine doğru tırmanmaya başladık.
Nemrut Dağı ve Milli Parkı
Nemrut Kalderası’na Tatvan’dan ve Ahlat’dan olmak üzere iki farklı yoldan ulaşmak mümkün. Nemrut Kalderası, Tatvan’dan 13 km, Ahlat’tan ise 25 km mesafede bulunuyor. Kalderalar, koni şeklindeki volkanların tepelerinin patlaması ve kraterin çökmesi sonucunda oluşmuşlar. Kuvatarner Dönem’de Nemrut Dağı büyük bir patlamayla birlikte çökmüş ve kraterin içi suyla dolmuş. Kalderanın alanı 4782 km2; Nemrut Krater Gölü’nün alanı ise 12 km2…
Kaynaklara göre; Nemrut Krater Gölü, 10 km.lik genişliği dikkate alındığında, dünyanın ikinci büyük krater gölü olarak biliniyor. Gölün ortalama derinliği 100 metre, kuzeybatı kısmındaki en derin yeri ise 155 metre… Kalderada sürekli canlı; Ilıgöl (ya da Ilıca Gölü) isminde bir başka göl daha var. Her iki gölün kıyısına dek araba ile ulaşma imkânı mevcut.
Ilıgöl, aslında bir kaplıca işlevi görüyor. Yeşil renkli Ilıgöl, 30 km2 alana sahip ve derinliği 8 metre civarında… Gölün muhtelif yerlerinden sıcak su çıkışlarının mevcudiyeti nedeniyle suyun kış aylarında sıcaklığı 40 dereceye, yaz aylarında ise 70 dereceye kadar yükseliyormuş. Bu nedenle Nemrut Krater Gölü’nün aksine kışları hiç donmayan göl içinde sazlıklar da oluşmuş. Ilıgöl, suyunun mineral yönünden zenginliği ve sıcaklığı nedeniyle çevrede astım, bronşit ve romatizmal hastalıkların tedavisi için bir tür kaplıca işlevi görüyor.
Nemrut Dağı’ndaki ağaçlık alanlar, daha çok göl çevresinde yoğunluk kazanmış. En dikkat çekici ağaç türleri huş ve titrek kavak… Özellikle krater gölünün bir duvar gibi yükselen yamaçlarında bu ağaç örtüsünü izlemek mümkün. Bunun dışında çınar yapraklı akçaağaç, meşe, söğüt ve bodur ardıçlar ağaç örtüsünü tamamlayan diğer önemli unsurlardan.
Dağın kalderasında veya tırmanırken sırtlarında rastladığımız çayırlıklarda ise, zengin bir çeşitliliğe sahip bitki örtüsü varlığından söz edilebilir. Batı Anadolu’da rastladıklarımızdan farklı türde gevenler, bodur ardıçlar, sarı renkli çiçekleriyle dikkat çeken kantaronlar ve altın otları, yine sarı renkli su düğün çiçekleri, mor renkli hava cıva otları, pembe-kırmızı renkli korungalar, farklı türde adaçayları, labadalar ve peygamber çiçekleri bunların en dikkat çekenleri…
Dimdik bir duvarı andıran krater yamaçları, suya karanlık bir gölge gibi düşüyor. Çevredeki insan sesleri, karşımızdaki duvarda çın çın çınlamakta. Ahlat yönünden esen bir sert rüzgar, bize akşamın yaklaştığını fısıldamakta. Göl kıyısında derme çatma bir çardağın altında ayaküstü yorgunluk çaylarını yudumlamaktayız. En son 1441 yılında püsküren ve bugünkü “sessiz ve sakin” haline dönüşen bu volkan, aslında çok derinlerde homurdayan bir canlılığı saklamakta. Suyun kıyısına doğru kayaların üzerinde sekerek ilerlerken, acaba diyoruz kendi kendimize; dünyanın çekirdeğindeki dönüp duran o erimiş kütle; yani magma, kaldırır mı yine bir gün başını ve haykırır mı göklere doğru; sanki ölüler âleminden seslenen Hades gibi…
Çavuştepe’de Son Urartulu
Akşam geç vakit geldiğimiz; Van Gölü yakınlarında ve şehrin dışında yer alan otelimizden sabahın erken saatlerinde ayrıldık. Hakkâri’ye doğru yolumuz uzundu. Edremit’i geçtikten sonra güney-doğuya; Gürpınar yönüne döndük. Çavuştepe’ye doğru kendini iyice belli eden ve yer yer seçilebilen Urartulardan kalma Zernek suyollarının parçalarını da barındıran geniş tarımsal alanların içinden geçtik. Gürpınar’ı geride bıraktıktan sonra, biraz ileride ve hemen yolun kıyısında yükselen alçak bir tepenin hizasına geldik. Burası, aynı adla anılan Çavuştepe (Aspeşin) köyü yakınlarındaki bir semer gibi iki tepeli bir yükseltinin üstünde yer alan ve Urartu Kralı II. Sarduri tarafından yaptırılmış bir kale kalıntısının bulunduğu yerdi.
Kurucusunun ismiyle anılan ve İ.Ö. 8.yüzyıldan kalma Urartu yerleşimi Sardurihinili, alçak tepenin üstünde yer alan Aşağı Kale, daha yüksekte (yaklaşık 30 metre) ve arkadaki tepede yer alan Yukarı Kale’den oluşuyor. Bol Dağı silsilesinin batı ucunda yer alan Sardurihinili ya da Çavuştepe örenini bugün bana göre ilginç kılan husus ise, Son Urartulu diye anılan; ulusal ve uluslar arası yayın organlarında adından övgüyle ve şaşkınlıkla söz edilen yılların ören yeri bekçisi Mehmet Amca oldu. Dünya yüzünden kaybolan bir dil olarak Urartuca’yı bilen Türkiye’deki 7, dünyadaki sadece 12 kişiden biri Mehmet Kuşman… 1967 yılından beri hayatını bu ören yerine vakfetmiş, kendisini Mehmet Kuşman yapan ve dünyaya kendisini tanıtan her şeyi, bu tepenin üzerinde yer alan Sardurihinili yerleşiminin kalıntıları arasında öğrenmiş. Çavuştepe’ye tırmandığımızda, o da her zamanki mekânı; Aşağı Kale’nin doğu yamacında yer alan küçük kulübesinin önündeki gölgelik sekildeydi.
Çavuştepe, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nden Prof Dr. Afif Erzen’in başkanlığındaki bir ekip tarafından 1961-1986 yılları arasında yürütülen kazılarda gün yüzüne çıkarılmış. Yukarı Kale’de Urartuların en önemli tanrısı (baş tanrı) kabul edilen ve savaşa çıkan kralı kutsayan tanrı olarak bilinen Tanrı Haldi için yapılmış bir tapınak bulunuyor. Mehmet Amca’nın anlatımına göre; Aşağı Kale’de ise Urartu tanrılar hiyerarşisinde 19. sırada bulunan Bereket Tanrısı İrmuşini’ye adanmış bir tapınak mevcut.
Her iki kalede de uç kale yöntemiyle yapılmış surlar dikkat çekici. Düzgün kesilmiş bazalt ve kalker bloklarıyla inşa edilmiş surlar, ana kayada yuvalar açılarak doğrudan ana kayanın içine oturtulmuş. Genellikle yapıların gösterişli ön cephelerinde; bir vitrin gibi bazalt taşı kullanılmış. Aşağı Kale, doğudan batıya doğru sıralanan ahır yapıları, depo binaları, tapınak, saray binaları ve sarnıçlardan oluşmaktaymış. Aşağı Kale’nin ortalarına doğru bir yerde; büyüklüğü nedeniyle Van Müzesi’ne götürülemeyen bir sunak taşı, dağın Van-Hakkâri yoluna bakan kenar çizgisine yakın bir konumda ise bir adak alanı yer alıyor. Biraz ileride ise; Bereket Tanrısı İrmuşini adına inşa edilmiş tapınak üzerinde Kral Sarduri’nin çivi yazılı kitabesi bulunuyor. Bize bu metni Mehmet Amca, mükemmel Urartuca bilgisiyle önce okuyor; daha sonra da anlamını açıklıyor.
“Argişti oğlu Sarduri, bu tapınağı Tanrı İrmuşini için inşa ettirdi. Burası daha önceden bir dağdı, hiçbir şey yoktu. Ama ben Tanrı Haldi’nin gücüyle eyalet merkezi olarak bu şehri kurdum. Gugunaini’den buraya kadar su kanalları açtım. (Çavuştepe’den 35 km uzaklıkta; bugünkü Hoşap’dan) Oradan getirttiğim su ile bağlar, bahçeler ve yemyeşil bir şehir kurdum. Kurduğum şehre kendi adımı verdim; ona Sardurihinili dedim. Bütün bu şehri ve içindeki her şeyi babam Argişti’nin anısına yaptım. Tanrı Haldi’nin azameti ve izniyle, babam Argişti, Tuşpa’da krallık yapmıştı. O büyük bir kraldı ve Biaina (Urartular, kendi ülkelerini bu isimle adlandırırlardı. Kendi devletlerine ise Biainili derlerdi. Onlara Urartu ismini Asurlular vermişti. Dağlık yer anlamına gelmekteydi ve bir küçümsemeyi de içeriyordu.) halkı tarafından çok sevilen bir kraldı. Benim yaptığım eserleri yıkmayın, kırmayın, onlara zarar vermeyin. Bunları yapan olursa, Tanrı Haldi’nin gazabına uğrar.”
Mehmet Amca’nın Aşağı Kale’nin alt yamacında yer alan kulübesindeki duvarlarda; onun hakkında basında çıkan haberlerle ilgili gazete küpürleri yer alıyor. Bunlardan birinde, Arkeolog Sevim Akyürek tarafından kaleme alınan yazıda; Mehmet Amca, kendinden ve Urartuca’yı öğrenme macerasından şu şekilde söz ediyor:
“Yalnızdım, Burada ben, çok yalnızdım. Yazları kazı ekipleri gelir, canlanırdı buralar. Havanın sertliği ve belli merkezlere uzak olması nedeniyle ziyaretçi de çok fazla gelmezdi. Özellikle kış döneminde bir ben kalırdım burada, bir de kale. Bu beni Urartuca’yı öğrenmeye itti. Bunlar, insanlar tarafından yazılmış bir şeydir. Ben niye anlamayayım diye düşündüm. İlk olarak, kazı ekiplerinde bulunan hocalardan yardım istedim. Pek öğrenebileceğime inanmadılar, ama inatçılığımı görünce bana birkaç kitap verdiler; dille ilgili. İstanbul’a geldim Oktay Hocayla danıştım. (Urartular, Savaş ve Estetik adındaki sergi İstanbul Üniversitesi’nden Sayın Oktay Belli tarafından düzenlenmiştir.) İlk olarak harfler üzerine çalışmaya başladım. Urartu dilinin İnguş-Çeçen dil ailesinden olduğunu öğrenince de o diller arasındaki benzerlik, Urartuca’yı öğrenmemi kolaylaştırdı. Yaklaşık 25 yıllık bir çabanın sonucunda, Urartu metinlerini hem okuyup hem de yazabilecek bir seviyeye geldim.”
“Sonra İran’a gittim; oradaki kitabeleri okudum. O şekilde geçti, benim için zevkli bir şey oldu. Hem okuyup, hem de yazabilecek bir seviyeye geldim. Dünyada sadece 38 bilim adamı (Röportajın yapıldığı tarih için geçerli-İF) Urartu çivi yazısını biliyor. Ben tekim, gerisi benden bilge insanlardır. Ben ortaokul mezunuyum. Bir de memurdum. Ne çaba, ne çaba… Bana da destek olan, cesaret veren Oktay Belli Hocamızdır. Mesela 1984 yılında bir kitabı çıktı.
Yanında çalıştığım profesörün branşı ayrı, okuyamayınca “nereden bulabiliriz bilenini” diye sordu. Asistanı “Kuşman’a bir okutalım isterseniz” dedi. Döndü ve “Biliyor musun?” diye sordu. “Biliyorum hocam” dedim ve okudum. Çok memnun kaldı. Ben o kadar Urartulaştım ki, gözlerimi kapattığım zaman bile onları görüyorum. Gözlerimi kapattığımda onları elbiseleri içinde, sanki tarladan gelirmiş, bir ziyarete gidermiş gibi görüyorum. Bazen bir tören sırasında olduklarını ve onları izlediğimi düşlüyorum. Kralın emirlerini, çocukların kalenin içindeki koşuşturmalarını duyuyorum.
Urartuca’nın üzerindeki sır yavaş yavaş kalkmaya başladıkça, benim için yeni bir dünya oluşmaya başladı. Buralı biri olarak, anası babası buralarda yaşamış biri olarak, kan bağı olarak değil ama tarihsel olarak akrabalarıma ulaştığımı hissediyorum. Ben gözümü kapattığımda hep bu yüzler gelir gözümün önüne. İşte o insanlar bırakmıştır o izleri.
Devletten tek şey bekliyorum: Versinler bana 25-30 öğrenci. Onlara Urartu dilini öğreteyim. Tek kuruş para istemiyorum. Ders verebileceğim bir sınıf ve masrafları karşılasınlar, yeter. Vanlı gençlere ya da meraklılarına Urartu dilini öğreteyim. Bu dil, benim ardımdan sadece akademisyenlerin bildiği bir dil olmak zorunda kalmasın.”
Mehmet Amca, küçücük kulübesinde Antakya’dan getirttiği taşların üzerine Urartuca metinler ve muhtelif tanrı ya da kral rölyefleri kazıyor. Bu taşlar, toprak altındayken yumuşak oluyormuş. Bu da ilk çıkarıldığında kolay işlenebilirlik açısından iyi bir özellikmiş. Zamanla havayla temas eden taş malzeme giderek sertleşiyormuş.
50 yıldan fazla Çavuştepe’de ören yeri bekçisi olarak görev yapan bu ilginç insan, yaptığı her şeyle aslında Urartu kültürünü bir şekilde bugüne taşımış. Bugün 80 yaşında, biraz yorgun, gördüklerinden ve yaşadığı deneyimlerden dolayı biraz ümitsiz, ama yine de dibçik gibi capcanlı ayakta; bize; Çavuştepe Kalesi’nde sanki ilk günkü heyecanla hiç görmediği insanlara Urartuları anlatıyor. Yere çömeliyor; eliyle toprağı düzleyerek üzerine depolardaki buğday küpleri ile ilgili bilgileri Urartu dilinde ve çivi yazısıyla toprağa yazıyor. Birazdan; hafif bir esinti çıkacak; bütün o yazılanları, sanki hiç yazılmamış gibi ovaya doğru savurup atacak. Aynı o yok olup giden ve çoğunlukla her şeyleriyle toprak altında sonsuzluk uykusuna yatan o eski zaman uygarlıkları gibi…
Olsun; o bir öğretmen gibi karşısındaki insanlara bir şeyler aktarıyor; bitmeyen bir coşkuyla; ama bazen de tatlı bir ironiyle dalgasını da geçerek. Bir anlamda Son Urartulu olarak geçmişi geleceğe taşıyan bir elçi konumunda Mehmet Amca... Ne mutlu ki bize; bugün Hakkâri yolunda onu tanıdık.
Bir süre sonra Van-Hakkâri yolunda bir yol üstü konaklama tesisinde mola veriyoruz. Kuzey Irak’tan, İran’dan sınırları çizilmemiş insan suretleriyle karşılaşıyoruz; molada çay içerken. Başka bir coğrafyanın habercisi lisanlar, yüzler, kıyafetler ve kültürler… Her şey değişti artık buralarda.
Vanadokya
Bundan sonraki ilk hedefimiz, Başkale’ye bağlı Albayrak beldesinin arka dünyasında yer alan ve tüf kayalıkların doğal etkiler altında aşınması sonucunda ortaya çıkmış bulunan peribacalarıyla kaplı Yavuzlar köyü yakınındaki Elbak Vadisi idi. Elbak, aslında Başkale bölgesinin de eski adı imiş. Yavuzlar köyü civarı ise şimdilerde, Kapadokya’daki oluşumlara benzerliği nedeniyle çevrede Vanadokya olarak adlandırılıyor.
Başkale ilçesine 33 km uzaklıktaki Yavuzlar köyünün hemen üstünde yükselen volkanik Yiğit Dağı’nın (3468 metre) püskürtüleri ile oluşmuş bulunan tüf kayaçlar, binlerce yıldır doğanın aşındırıcı etkileri altında (yağmur ve rüzgâr) Kapadokya’da görülen peribacalarına benzer yapılar oluşturmuşlar. Mağaralar ve uzun tüneller de bu volkanik özellikteki kayaçlar içinde dikkat çekiyor.
Yavuzlar köyü, kerpiç evleri, yine küçükbaş hayvanlara ağıl işlevi gören üst üste konulmuş taşlardan oluşmuş derme çatma duvarlarla çevrili avluları, sarı sıcakta kurumaya bırakılmış üst üste yığılı tezek yığınları, toz toprak sokaklarda peşimize takılan çocuk kalabalıkları, sessiz evlerin kapılarından sokağa doğru uzanan meraklı başlardan ibaret bizim için… Her şeye yabancı bizler, karşımızda bir duvar gibi yükselen volkanik Yiğit Dağı’nın yamaçlarında hala oluşumu devam etmekte olan bir doğa harikasının izlerinden ayıramıyoruz gözlerimizi. Önümüzde yanımızda koşturan köyün çocukları doğal rehberimiz sanki. Kayaların içine oyulmuş mağaralara tırmananlar, fotoğraflar için poz verip peri bacalarının serpildiği yamaçlara doğru koşturan öncüler; bizi yukarıdaki kaleye doğru sürüklercesine çekiyorlar sanki. Hemen önümüzde; ilerideki dağdan gelen sel yatağının önünü kesen bir bent var.
Köyle iç içe konumda peri bacalarının üst bölümünde, devasa bir taş blok var. Peribacaları arasında bizle birlikte dolaşan köyün çocukları, oranın 150 basamaklı bir tünelle ulaşılan doğal bir kale olduğunu söylüyorlar. Adı da Rıkan Kalesi… Yaklaşık 200 metre yüksekliğindeki kalenin, ana kayanın içine oyulmuş 150 basamaklı bir tünelle ulaşılabilen tek bir girişi var.
Sel yatağının önünü kesen bendin üstüne çıkıyoruz. Arkamızda Yiğit Dağı’nın yamaçlarını sarmış yüzlerce peribacası, önümüzdeki vadide çaresiz bir yalnızlık içinde Yavuzlar köyünün çamurdan evleri; tepemizde dönüp duran bir “drone” filmimizi çekmekte; bir Vanadokya hatırası, başka bir şey değil…
Aziz Bartholomeos Kilisesi ve Manastırı
Yavuzlar köyünden ayrıldıktan sonra, yeniden Albayrak beldesine yöneliyoruz gerisin geri. Yerleşime Yavuzlar köyü girişinde, alçak bir tepenin üstünde; zamana mı, yoksa insana mı yenilmiş bir manastır yıkıntısı var; Aziz (Surp) Bartholomeos Manastırı… Yakın geçmişte bir dönem bölgede askeri faaliyetler esnasında kışla olarak kullanılan manastır, artık Kültür ve Turizm Bakanlığı’na devredilmiş durumda.
Doğu-batı doğrultusunda uzanan kilisenin tavanı tamamen çökmüş. Kaynaklar, kilisenin ilk kez IV. yüzyılda inşa edildiğini belirtiyor. 13-14. yüzyıllarda yapı neredeyse tamamıyla yenilenmiş. 1647-1655 tarihli bir onarım kitabesini üzerinde taşıyan manastırdan günümüze üst örtüleri tamamen yıkılmış kilise ile batı yönünde yer alan jamadun (cemaat yeri) ulaşabilmiş.
Bir inanışa göre; Hz. İsa’nın 12 havarisinden biri olan Aziz Bartholomeos’un mezarının da burada olduğu; bu nedenle de manastırın ona adandığı ve onun ismiyle onurlandırıldığı söyleniyor.
Günümüze harap vaziyette ulaşan kilise, basit Yunan haçı planlı olarak inşa edilmiş. Şu anda yerinde bulunmayan ve eski fotoğraflarına bakılarak değerlendirme yapılan kilisenin orta mekânını örten merkez kubbesi, doğuda; duvarlardan ileriye taşınmış duvar payandalarına, batıda ise; dört yana kemerli bağlantıları olan haç biçimli ayaklar üzerinde yükselen sivri kemerlere oturtulmuş. Doğudaki apsis beş kemerli olup, yanlarında papaz hücreleri yer alıyor. Yapının tamamında; manastırın doğusunda yer alan traverten ocaklarından getirildiği düşünülen travertenlerden elde edilmiş düzgün kesme taşlar kullanılmış.
Albayrak’dan Van-Hakkâri yoluna doğru tali asfalttan ilerlerken, sağımız solumuz pembe renkli korunga çayırlarıyla kaplı. İnanılmaz renklilikte göz alabildiğine uzanıp gidiyor çayırlar. Her yer pembeye boyanmış gibi; sanki ilahi bir fırçayla. O kadar hakiki ki her şey.
Zap Suyu’nu kuzeyden besleyen Çığlı Suyu, biraz öteden köpüre köpüre akmakta. Biraz sonra batıya doğru bir toprak yola sapıyoruz; bizi Dereiçi köyü civarındaki traverten oluşumlarına götürecek yol bu. Solumuzda deli deli akan yine bir çay var; ismi Karacasu… Karacasu, güneyden Van ile Hakkâri’nin sınırının da bir bölümünü çiziyor bir yandan. O da önce Çığlı’ya ve daha sonra Hakkâri sınırları içinde Zap Suyu’na karışacak. Hepsinin acelesi var; taşıdıkları toprakla boz bulanık bir şekilde güneye doğru akıyorlar.
Hakkâri’ye doğru Dereiçi Travertenleri
Yol çatısından yaklaşık 19 km.lik bir toprak yolla ulaşıyoruz travertenlere. Dağlara doğru yükseldikçe, çevremizdeki çayırların yeşilliği başımızı döndürüyor. Yerel rehberimizin belirttiğine göre; yaz aylarında Şırnak yönünden göçerler, bölgelerindeki otlar tükendikçe bu civardaki dağlara doğru ilerliyorlar. Aşağılarda otlar sararıp tükendikçe, yukarılara vuruyor sürüler. Her yıl bu serüven kendini yineliyor Hakkâri civarında; tabii ki güvenlik koşullarının el verdiği ölçüde…
Kışın buralarda bambaşka bir manzara olmalı. Yollar ve dağlar, her yer bembeyaz bir kar örtüsü ile kaplanmış. Geçit vermeyen dağlar; hayat zor buralarda. Son yıllarda kışın karla kapanan yolların, hemen devlet tarafından açıldığını ve eskisi gibi kapalı kalmadığını anlatıyor köylüler. Dağların yamaçlarında sürüler otluyor. En yükseklere kadar yayılmışlar her yere. Dağların tepelerinde ya da vadi diplerinde küçücük yerleşimler gözümüze çarpıyor. İnsan yaşar mı, yoksa boş mudur; pek fark edilmiyor uzaktan. Dereiçi yakınlarından geçiyoruz. Karacasu’nun yatağının yoldan uzaklaştığı bir noktada; Uludoruk (ya da Paltonis) ismiyle de anılan bir küçük yerleşimin hemen yakınlarında arabadan iniyoruz ve dere yatağına doğru bir patikadan yürümeye başlıyoruz.
Önümüzde uzanan bir sırtta ilk traverten oluşumları fark ediliyor. Sırt dere yatağına doğru alçalıyor ve traverten oluşumlu bir köprü şeklinde Karacasu çayının üstünü örtüyor. Dere, burada bir noktadan kayayı patlatarak, büyük bir şelale şeklinde altındaki dev kazanına doğru dökülüyor.
Sağımızdan solumuzdan küçük derecikler, aşağıdaki Karacasu’ya doğru akıyor. Bunlardan birinin üstündeki köprü işlevi gören derme çatma iki ağaç kütüğünün üstünden geçerek, yukarıda sözünü ettiğimiz sırtın yanından travertenlere doğru iniyoruz. Travertenlerin bir kısmı kararmış durumda; bir kısmında ise canlılık sürüyor. Bunun traverten oluşumunu besleyen su kaynaklarının yer değiştirmesinden kaynaklanabileceğini düşünüyoruz. Dere yatağına doğru alçalan traverten bloğunun üzerinde traverten havuzlarında ılık denilebilecek ölçüde su mevcut.
Karacasu çayının karşı yakasındaki yamaçta, sanki üzerinde kitonu ile temsil edilmiş bir tanrıça heykelini andıran bir kaya kütlesi var. O da kalkerli bir yapıda belli ki… Buraların sahibi gibi dikiliyor karşımızda. Traverten balkonundan dağlara, Karacasu çayının yukarılarına ve hemen yukarımızda yer alan aktifliğini kaybetmiş ve kahverengine dönüşmüş travertenlere bakıyoruz. Bambaşka bir dünyada gibiyiz; yemyeşil yamaçlar, çevremizde yüksek dağlar ve ıssızlığın ortasındayız. Sadece traverten-köprüyü patlatıp akan suyun sesi var kulaklarımızda.
Dereiçi travertenlerinden ayrılma vakti yaklaşıyor. Travertenlerin üzerine akşam kızıllığı vurmuş. Dağların arkasında kaybolmuş köylerde akşam başladı bile. Şimdi Karacasu vadisinden aşağı doğru inilecek ve bir akşam vakti güvenlik noktalarından geçe geçe, dağların arasındaki sıkışmış şehir; Hakkâri’ye bir gece vakti usulca girilecek. Karanlıklar arasından geçilerek; bir anda son virajdan sonra, ışıkla karşılaşacak insanlar. Hakkâri’de şehri bir boydan bir boya kat eden Bulvar Caddesi’nde; tuhaf sokak lambalarıyla, sokaktaki oluk oluk akan erkek kalabalıklarıyla şallak mallak olacak Hakkâri yolcuları. İyi geceler Hakkâri…
Hakkâri; bir eski rüya
Aşılması imkânsızmış; binlerce metre yüksekliğindeki başı karlı dağları geçit vermezmiş. Tersine akan ve durup dinlenmeden akan deli dereleri varmış. Dere derlermiş adına, ama Batı’daki ırmaklardan çok daha fazla suyu taşırlarmış derin vadilerden aşağılara. Tersine açan laleleri varmış yüksek yaylalarında. İnsanın üstüne üstüne gelen ve bir anlamda bu coğrafyadaki hayatı belirleyen yüksek dağların arasına sıkışmış çaresiz ve sahipsiz kasabaları ve köyleri varmış. Yüksek yaylalarında yeşil hiç bitmezmiş yazları; kurudukça otlar aşağılarda; çekilirmiş göçerler, daha yükseklere doğru. Çileli yalnızlıklara adanmışmış hayatlar; yüzlerce yıldır bir yandan doğa, bir yandan ağır toplumsal şartlar, yemiş bitirmiş bu coğrafyanın insancıklarını. Zulüm çekmek vakayı adiyeden sayılmış bu topraklarda. Anlaşılmadık kavgaların peşinde telef olmuş insancıklar; sürüp gitmiş kavga; gelmişiz bugüne. Kavganın ve zulmün coğrafyası Hakkâri; aç kapını biz geldik.
Hakkâri, aslında haritanın sağ alt köşesinde idari sınırlarıyla tanımlanan bölgeden daha fazlası. Osmanlı döneminde “Hakkâriyye” adıyla tanımlanan bölge, bugünkü İran ve Irak’daki komşu toprakların bir kısmını da kapsamaktaydı. Çölemerik ya da Culemerg ise, tarihte bugünkü Hakkâri ilinin merkezini tanımlamaktaymış. Gel zaman git zaman, merkezin ismi ile ilin ismi aynileşmiş ve her ikisine de Hakkâri denmeye başlanmış. Hakkâri ismi, etimolojik olarak “her” ve “kari” isimlerinden oluşuyor. “Her” hep anlamında; “kari” ise gücü yetebilmek anlamında kullanılıyor. Birleştiğinde ise her zaman gücü yetebilenler anlamına geliyormuş. Çölemerik (Culemerg) ise Cu (su, ark, kanal), le (de, da edatı) ve merg (çayır, mera) kelimelerinin birleşmesi ile oluşmuş bir sözcük olarak su arklarının dolandığı mera anlamına gelmekteymiş. (Kaynak: Hakkâri Doğa Sporları Rotaları; Editörler: Emin Yıldırım, Murat Adıyaman, Yaşaşr Kaplan; Hakkâri Üniversitesi Yayınları; sayfa:11)
1998 yılında Hakkâri’nin merkezindeki kalenin eteklerinde yaşayan bir karı koca, yaklaşan kışa hazırlanmak amacıyla evlerinin arka bahçesinden toprak almak için bir kazıya girişirler. Kazı esnasında ortaya çıkardıkları kocaman insan şeklindeki steller hayretler içinde bırakır kendilerini. Daha sonra Van Müzesi eliyle bölgede yürütülen kurtarma kazılarında 2’si kadın, diğerleri ise savaşçı erkeklerden oluşmuş; 13 adet stel çıkarılır kazılardan. Yaklaşık 2 yıl kadar süren kazılar sırasında 500 yıl önceye tarihlenen bir de mezar ortaya çıkarılır. Kazılardan elde edilen steller, daha sonra Van Müzesi’ne taşınır ve günümüze dek orada sergilenir. (Ne yazık ki biz, müze bakımda olduğu için ziyaret edemedik) Stellerin menşei ve hangi döneme uzandıkları konusunda net bir kanaat oluşmaz. Bugün bile farklı görüşler ileri sürülmektedir haklarında. Kimisi Kürtlere, kimisi Prototürklere, kimi ise Orta Asya ya da kuzeyli kavimlere dayandırır stelleri. Genel kanı ise, stellerin İ.Ö. 2 binli yıllara uzanan bir zaman diliminde ortaya çıkmış olabileceği ve Orta Asya kökenli bozkır insanlarına ait olabileceği yönündedir.
O yıllarda bölgede görev yapan ve kurtarma kazılarını yöneten Arkeolog Prof. Veli Sevin, Hakkâri stelleri ile ilgili bir makalesinde şu kanaati belirtmektedir:
“Anlaşılıyor ki, iki elinde göğsüne doğru tuttuğu bir kap bulunan çıplak kadın ve erkek figürleri, Batı İran’da Demir Çağı’nın başlarından itibaren mezar armağanı olarak yaygın bir kullanım bulmuştur. Kimileri silahlarla donatılmış olan bu figürler ile Hakkâri stelleri üzerindeki çıplak savaşçıları karşılaştırmak mümkündür. Böylelikle Hakkâri stellerinin bozkırlardaki pek çok benzerleri gibi ölü kültü ile ilgili olabilecekleri yolunda yeni bir kanıt sağlanmış bulunmaktadır.
Son olarak şunu belirtmeliyim ki, arada bin yılı aşkın bir zaman farkı olmakla birlikte, önceleri iki elde, sonraları da yalnızca sağ elde kap tutma âdetinin Orta Asya’nın balbal denen stellerinde M.S. XII. yüzyıla kadar sevilerek kullanılmış olması oldukça ilginçtir. Bu, Hakkâri stellerinin Ukrayna ve Kırım bölgelerinden çok Orta Asya ile bağlantılı olduğuna işaret ediyor gibidir.”(Kaynak: Prof. Dr. Veli Sevin; Hakkâri Stelleri: Zap Irmağı Kıyısında Bozkır Göçebeleri)
İlkçağ’da Urartu ve Asur egemenlik bölgelerinin sınırında yer alan Hakkâri, o günlerden beri zengin yer altı kaynakları nedeniyle hep bir çatışma alanı olmuş tarihte. Persler döneminde ise, yöre ile ilgili öne çıkan şöyle bir olay anlatılır tarihte. İ.Ö. 4.yy.da Kral II. Dara’nın (Darius) ölümü üzerine ortaya çıkan taht kavgasında kardeşlerden biri olan Kyros’u desteklemek üzere; Yunanlılar, Doğu’ya doğru büyük bir sefere çıkarlar. Ancak İran’a ulaştıkları zaman, taraflar arasında gerçekleşen büyük savaşta, tahta talip varislerden biri olan ve Yunanlıların destekledikleri Kyros öldürülür ve Yunanlılar da büyük bir yenilgiye uğrarlar. İşte bu yolculukları, savaşı ve uğradıkları yenilgi sonrası dağlık bir coğrafyadan ülkelerine doğru çileli dönüş yolculuklarının anlatıldığı Ksenefon’un eseri Anabasis ya da Onbinlerin Dönüşü’nde bu yöreden söz edildiğini belirtir kaynaklar. Yine o kaynaklara göre; kitapta ismi geçen Karduk halkının ve ülkesinin Hakkâri civarındaki dağlar ve derin vadilerle kaplı bu engebeli coğrafya olduğu iddia edilir. Orası mıdır, değil midir bilemeyiz; ama böyle de bir hikâye vardır, Hakkâri’ye dair…
Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bir bölge olarak dikkat çeken Hakkâri’de Ortaçağ’da Mir adı verilen Hakkâri Beyleri’nin hâkimiyeti sürer yüzlerce yıl. Ama bu yerel beylerin üstünde; onların biat ettiği başka egemenlerin buyruğu geçer bu topraklarda aslında. Zengiler, İlhanlılar, Karakoyunlular, Celayirliler, Akkoyunlular, daha sonra Timurlenk ve en son Osmanlı Devleti hâkim olur bu topraklara. Uzun yıllar Van vilayetine bağlı bir sancak olarak işlev gören Hakkâri’den, zamanın gezgin ve yazarlarından Kâtip Çelebi ve Evliya Çelebi, 17.yy.da Çölemerik ismiyle söz eder. 19.yy.ın sonlarına doğru bölge ile ilgili bilgiler veren gezgin V. Cuinet, Van vilayetine tabi Hakkâri sancağının merkezi olan Çölemerik’in 300 ev, yirmi dükkâna sahip olduğunu, yetmiş beş öğrencinin devam ettiği bir rüşdiye mektebi bulunduğunu ve bölgenin nüfusunun 4000 civarında olduğunu yazar. (Kaynak: İslam Ansiklopedisi; Hakkâri Maddesi)
1914 yılında, şehir Ruslar tarafından işgal edilir. (3 Aralık 1914) Bir hafta sonra geri çekilen Ruslar, 23 Mayıs 1915’de yeniden bölgeye gelirler. 22 Nisan 1918’de şehir harap vaziyette Rus işgalinden kurtarılır. Cumhuriyet’in ilk yıllarında il merkezi yapılmasına rağmen, şehrin nüfusu 1000 kişiyi bile bulmaz. (1927 sayımında 801 kişi) Cuinet’nin belirttiği 4000 rakamına bakılırsa, Hakkâri; 19.yy.a göre, neredeyse bir köy görünümüne bürünmüştür. (1945 sayımında 2145 kişi) 1975’lerden sonra 10.000’i aşan şehir nüfusu, bölgenin ulaşım olanaklarının artışına bağlı olarak 1980’lerden sonra belli bir düzeye ulaşır. Köylerden şehir merkezine göçün teröre dayalı farklı nedenleri de olsa göç günümüze dek sürer; hem şehir merkezine, hem de çevre illere ve Batı’ya yönelik olarak. Şehir merkezinin bugünkü nüfusu ise 80 bin; çevresindeki köy ve kasabalarla birlikte toplam nüfusu ise 270 bin civarında olduğu söyleniyor.
Lise coğrafyasından kalan
1975 yılı Kanaat Yayınları’ndan basılan; Ord. Prof. Besim Darkot’un Milli Eğitim Bakanlığı tarafından Lise III. sınıflar için ders kitabı olarak kabul edilen Türkiye Coğrafyası isimli kitabında Hakkâri coğrafyası ile ilgili olarak şu bilgiler aktarılıyor; tam 44 yıl önce.
“Güneydoğu Toroslar, Toros sisteminin dış sırasını meydana getirirler ve Hatay topraklarımızda, Akdeniz kıyıları üzerinde Amanus dağları ile başlarlar ve önce kuzeydoğuya uzanırlar: K.Maraş yakınlarında doğuya bükülerek Ceyhan ırmağından Van gölü güneyine kadar büyük bir yay çizerler. Daha doğuda ise Hakkari dağları yüksek ve geçilmesi güç bir duvar gibi karşımıza çıkar: burada Cilo dağı kütlesi (Reşko tepesinde) 4168 metreye kadar yükselir. Daha ötede bu dağlar, İran’ın batı sınırı boyunca güneydoğuya doğru uzanıp giderler (Zağros dağları).
Hakkâri bölgesi; Van yöresinin güneyinde, Güneydoğu Toros dağlarının çok yükselip genişlemiş bulunduğu bir kısımdır. Dağların 4000 metreye yaklaştığını, Cilo kütlesinde bunu da geçtiğini biliyoruz. Dağlar, yüksek kısımlarında oldukça düz şekiller taşırlar, bunların arasına bazen yüzlerce metre derinlikte ve dar vadiler girmiş bulunur. Bu vadilerden en önemlileri içinde Büyük Zap ve Botan suları akar. Yer yer dağlar arasında ovalar da göze çarpar: Gerçekte bu ovalar, kendilerini çeviren dağlara göre çukurda kalmış iseler de deniz yüzeyine göre yine yükseklikleri fazladır (Yüksekova gibi). Dağlar, hem yükseklikleri, hem de yağmur getiren güneybatı rüzgârlarına dik gelecek bir doğrultuda uzanmaları yüzünden, kenar bölgelerdeki kadar bol yağmur alırlar, fakat büyük kısımları orman sınırının üstünde kalmıştır. Hiçbir yolun geçmediği ve ancak patikalar üzerinde güçlükle gidilip gelinen bu bölge memleketimizin en tenha alanıdır. Ovalar kenarında il merkezleri Hakkâri kenti ile ilçe merkezi oldukları halde köy büyüklüğünü geçmeyen yerleşme noktalarına rastlanır.”
Hakkâri coğrafyasının kabaca anlatıldığı yukarıdaki metinde en dikkat çekici ifade, “Hiçbir yolun geçmediği ve ancak patikalar üzerinde güçlükle gidilip gelinen bu bölge memleketimizin en tenha alanıdır” cümlesidir benim için. Van’dan Hakkâri’ye doğru ilerlerken giderek sıkışan topografya, sanki bütün yükünü Zap Suyu’na fırlatır atar. Bu gerçekte de böyledir. Şemdinli yolunda Zap Suyu’na karışan Pesan çayının kıyısında ilerlerken inanılmaz manzaralarla insanın yüreği sızlar, nefesi daralır. Her türlü pislikle yüklü çayın içindeki söğüt ağaçlarının dallarına takılıp kalmış naylon torbalar doğayı esir almıştır sanki. Yüklüdür Pesan, yüklüdür çaylar ve yorgun Hakkâri… Bu yorgun ve yalnız coğrafya; gün gibi bilinir ki; acılarla yüklüdür, kirlilikle yüklüdür, çileyle yüklüdür.
Şehir Merkezinde; Çölemerik’de…
Hakkâri deyince sırtını dayadığı Sümbül Dağı’ndan söz etmeden olmaz. Yüzlerce yıldır şehir, sanki Sümbül Dağı’nın bağrında açan bir çiçek gibidir. Dağ onun koruyucusu, sğınağıdır, sırdaşıdır. Cilt cilt kitaplara sığmayacak çileli hayatlara tanıklık etmiştir Sümbül Dağı. Yaklaşık 1700 metrelik bir rakıma sahip Hakkâri’den 3487 metrelik zirvesine bakıldığında, Sümbül Dağı saygıyı hak eder. Hakkâri Doğa Sporları Rotaları isimli kitapta Sümbül Dağı’ndan şöyle söz ediliyor:
“Her şehrin sığındığı, başını yasladığı bir dostu vardır. Hakkâri’nin koynunda kurulduğu, yamacında serpilip büyüdüğü Sümbül Dağı ile böyle kadim bir ilişkisi var. Bütün heybeti ile şehrin üzerinde duran Sümbül Dağı, Hakkâri’nin her tarafında varlığını hissettiriyor. Sokaklarda sizinle beraber yürüyor hissi veriyor size bu dağ. Şehrin neresine giderseniz gidin, onu yanı başınızda buluyorsunuz… Hakkâri merkeze 7 km uzaklıkta bulunan bu dağ, Hakkâri’nin sembolü haline gelmiştir. Hakkâri’de yaşayan herkesin neredeyse bir gün zirvesine çıkma arzusunda olduğu bir dağdır Sümbül. (Kaynak: Hakkâri Doğa Sporları Rotaları; Editörler: Emin Yıldırım, Murat Adıyaman, Yaşaşr Kaplan; Hakkâri Üniversitesi Yayınları; sayfa:42)
Sümbül Dağı’nin Batı Zirvesi, 3487 metre, Doğu Zirvesi ise 3582 metre yükseklikte… Tabii ki bölgenin ve Hakkâri Dağları’nın en yüksek zirvesi ise, 4168 metre yükseklikteki meşhur Reşko Tepesi… 1937 yılında Berlin Üniversitesi’nden Hans Bobek ve ekibinin ilk kez tırmandığı Reşko Tepesi’ne 1943 yılında ise, yine ilk kez bizden biri; Kemal Çapa tırmanmış. 1984 yılına kadar birçok kez zirve yapılan Reşko Tepesi, bölgedeki terör olayları nedeniyle uzun bir süre ziyaretçilerinden ayrı düşmüş. Ama görünen o ki; son yıllarda bölgede dağcılık sporu adına yeniden bir hareketlenme var. Reşko’ya da bu anlamda 2002 ve 2013 yıllarında iki kez yeniden tırmanışlar gerçekleştirilmiş. (Kaynak: Hakkâri Doğa Sporları Rotaları; Editörler: Emin Yıldırım, Murat Adıyaman, Yaşaşr Kaplan; Hakkâri Üniversitesi Yayınları)
Hakkâri Beyleri, bugün şehri Sümbül Dağı ile birlikte dört bir yandan çepe çevre saran diğer iki tepe üzerindeki Bay ve Mir Kaleleri’nden yönetmişler. Bay Kalesi, şehrin 7 km kadar güneyinde, yaklaşık 2000 metrelik bir yükseklikte yer alıyor. Mir Kalesi ya da Çölemerik Kalesi ise hemen şehrin merkezinde, kuzey güney ekseninde yer alan bir tepenin üzerinde kurulmuş. Ne yazık ki; Mir Kalesi’nden bugüne herhangibir kalıntı ulaşamamış. Kalenin eteklerinde yer alan meydanda ise, yine bu alanın ismi ile anılan eski bir medrese var.
Kimi kaynaklara göre (Bkz. İslam Ansiklopedisi; Hakkari Maddesi) 1472 yılından; Akkoyunlular’dan kalma; kimi kaynaklara göre ise, önündeki kitabesinden kaynaklanan nedenlerle 18.yy.dan kalma bir eser olarak nitelenen Meydan Medresesi, son yıllarda sürdürülen restorasyon süreci ile kentin tarihi kimliğini yansıtan en önemli yapısı olarak dikkat çekiyor. Yapının mukarnaslı bir özelliğe sahip güney yönündeki taç kapısının üstünde yer alan kitabede 1701 yılına denk düşen bir tarih ve Kuran’dan alınmış ayetler içinde İbrahim ismi vurgulanmış. Uzmanlar, buradan hareketle yapının 18.yy.ın başlarında ve Hakkâri Beyleri’nden İzzeddin Bey’in oğlu İbrahim Bey tarafından yaptırılmış olabileceğini belirtiyorlar. (Kaynak: Hakkâri Meydan Medresesi; Yard. Doç. Dr. Şahabettin Öztürk, Yrd. Doç. Dr. Mehmet Top)
Medrese; kesme taş işçiliği, düzgün planı, iki katlı revaklı iç avlusu, mescit ve medrese odaları, kapısındaki süslemeler ve silindirik sütunlarının her biri birbirinden farklı sütun başlıklarıyla dikkat çekiyor.
Hakkâri’yi neredeyse doğu-batı ekseninde bir boydan bir boya tam ortadan ikiye bölen Bulvar Caddesi üzerinde, önemli hükümet binaları ve buradaki hayatın en canlı mekânları sıralanmışlar. Şehrin içindeki güvenlik önlemleri ve zırhlı araçların varlığı bölgedeki yıllardır sürüp giden son derece hassas dengenin birer işareti gibi. Akşama doğru sokaklar erkek kalabalıklarıyla dolup taşıyor; cadde boyunca atılan voltalar, dağlar arasında sıkışıp kalmış bir hayatın tek eğlencesi gibi. Hava kararmaya yüz tutarken, kaldırımlarda küçük soba borularını andıran çay semaverlerinin ateşi tütmeye başlıyor. Üç beş portatif sandalye ile mekân tamamlanıyor az sonra. Bunlar Hakkâri’nin serin akşamlarında sokakta çay keyfinin habercileri…
Hakkâri Yaylaları; acaba gidecek miyiz?
Programımızda türkülere konu efsanevi Berçelan var, Seyithan ve Lis buzul gölleri var. “Doğa, manzara, dağlar, göller, toprak çok etkileyici ve sözlere sığacak gibi değil…” Ama güvenlik kaygısı baskın geliyor her şeye; bu saydıklarımızdan hiçbirine gitmek kabil değil ne yazık ki… Seçimler öncesindeki devam edegelen nispi yumuşama ortamı dahi bu yolları açamamış bize. Biz de bu durumda rehberimizin yönlendirmesi ışığında Kırıkdağ Vadileri’nde dolaşıyoruz; avarelik yapa yapa dağlarda…
Kırıkdağ yolunda bir hidroelektrik santralının üzerine kurulu olduğu Spikhane Deresi boyunca toprak bir yoldan Cilo Dağları’na doğru tırmanıyoruz. Arkamız sıra Anadolu Ajansı’nın Hakkâri muhabiri de bir panel van ile bizi takip etmekte. Zaman zaman çekimler ve röportajlar yapıyor bizimle. Belli ki; sağlanan görece sükûnet altında bir turizm iklimi oluşturulmaya çalışılıyor. Bu güzelim coğrafyanın buna hakkı var; insanların da buraları görmeye…
Vadinin en yukarılarında; ardı ardına sıralanmış mavi bir silüet halinde; Cilo Dağları önümüzde sanki bir duvar gibi yükseliyor. En dik başlı olanı, Reşko olmalı… Köpüre köpüre akan derenin acelesi var; bir an önce Zap Suyu’na karışacak. Her taraf yemyeşil…
İçinden yürüdüğümüz vadiye dik; Spikhane Deresi’ne doğru alçalan başka vadilerden başka dereler akmakta. Solumuzdaki sırtlardan devrilip dökülen bir şelalenin önünde duruyoruz. Cevizlerle kaplı bir konfor alanında kısa süre soluklanıyoruz. Dillere destan ters lalelerin zamanı geçmiş artık. En geç Haziran başında buralarda olmak gerek; ters laleleri görebilmek için.
Dere boyunca bini aşkın koyun ve keçi; toz duman içinde dereye doğru inmekteler. Hayvancılık bu dağlık coğrafyanın en önemli geçim kaynağı olmuş yüzyıllardır. Şıvan adı verilen çobanlarla onların en büyük yardımcıları; sürünün sütünü sağıp tüm lojistik faaliyetleri gerçekleştiren cabbar berivanlar arasındaki bitip tükenmek bilmeyen sevda öyküleri anlatılır bu dağlarda. Şöyle bir söz varmış buralarda söylenen; “Her şıvanın gönlünde bir berivan, her berivanın gönlünde bir şıvan yatar.”
Yükseldikçe artıyor arzumuz; karlı zirveleriyle bizi kendine doğru çekmekte Cilo Dağları… Türlü dikenler, su boylarında cevizlikler; renk renk çiçeklerle şenlenmiş sırtlara doğru yürüyoruz. Önümüz ardımız binlik koyun sürüleriyle çevrilmiş gibi. Dere boyundaki düzlükte kıl kara çadırlar kurulmuş. Hummalı faaliyetler sürmekte dört bir yanda. Çadırlara doğru yaklaşıyoruz; kırmızı yanaklı, gürbüz bir bebek elden ele dolaşmakta konukların elinde. Yukarılardan büyük bir sürü yaklaşıyor çadırlara doğru. Koyunları çevirmek üzere yaydan fırlamış bir ok gibi bir kız geçiyor yanımızdan; yürümüyor; kayadan kayaya sekerek sıçrıyor sanki. İncecik bir filiz gibi. Anlatılmaz bir güzellik; işte berivanlardan biri…
Dönüşte, Spikhane Deresi’nin hemen kıyısında gölgesiyle kendini ele veren yetişkin bir ceviz ağacının gölgesinde soluklanıyoruz yeniden. Suyun aşağılara doğru aceleyle akışının çıkardığı korkunç sesten birbirimizi duymak ne mümkün… Köpüre köpüre akışın tarifi yok. Geçen yıl Gürcistan’ın kuzeyindeki Svaneti bölgesinde tanıklık ettiğimiz boz bulanık Engüri Irmağı’nın akışını hatırlatıyor bize. Her şeyi önüne katıp Karadeniz’e taşıyan boz bulanık Engüri…
Çukurca’da Zaman
Çukurca, topografik olarak aslında eskilerin tabiriyle ismiyle müsemma bir yer değil. Zaten eski ismi olan Çel, Kürtçe’de kayalık, dik yer anlamına gelmekteymiş. Şehir merkezinin deniz seviyesinden yüksekliği 1300 metre civarında. Hakkâri’den farklı bir manzarayla karşılaşıyoruz Çukurca’ya yaklaşırken. Aşağılarda ekili tarlaların arasından kıvrılarak tırmanan bir yol, bizi Çukurca’nın şehir merkezine ulaştırıyor. Aslında kasaba, coğrafik konum itibariyle neredeyse sıfır noktasında sayılır. Çünkü kıvrılarak güneye doğru devam eden yolun biraz ilerisinde Irak sınırı var.
Şehrin girişinde bir seyir teras şeklinde düzenlenmiş alanda rengarenk kocaman bir Çukurca yazısı karşılıyor bizi. Çalışkan ve vizyon sahibi bir kaymakamın yarattığı farktan söz etmek istiyoruz Çukurca’da… Basit ama küçük dokunuşlarla fark yaratmış genç kaymakam bu küçücük kasabada. Şehrin hemen girişindeki eski taş bir bina restore edilip, Çukurca’yı ziyarete gelen konuklar için bir konfor alanına dönüştürülmüş. Kasabanın önemli tarımsal ürünlerinden incir, susam ve tahin, baklagiller, mısır ve bal, binanın belli bir bölümünde cazip ambalajlar içinde ziyaretçiler için satışa sunulmuş. Hele şehrin girişindeki türlü dünya yazarlarından örnekler içeren kitap maketleri, bir renkli duvar gibi yolun iki yanındaki kaldırımların kıyısında yükseliyor.
Ama Çukurca’da en çok ne iz bıraktı sizde derseniz; bir vadinin kıyısında yükselen tepeye yaslanmış durumda yorgun yıkıntılar halindeki eski Çukurca evleri derim. Tepenin en yüksek noktasındaki Çukurca ya da eski Çel Kalesi’nin eteklerinde konumlanmış iki-üç katlı taş evler, birbirinin üzerinde yükselen profilleriyle; yıllar önce Sakız adasında gördüğümüz Anavatos köyünü ve orada bir yamaca asılı hissini yaratan eski taş evlerini hatırlatıyor.
Belli ki Osmanlı Döneminde bölgeyi yöneten Çukurca Beyleri’nin (Piruzbeyoğulları) bölgedeki iktidarını temsil eden bir kadim yerleşim burası. Kimi zamana yenilerek tamamen yıkılmış, kimisi ise yorgun da olsa hala ayakta. Bugünlerde yine aynı kaymakamın çabasıyla geliştirilen bir proje kapsamında, turizme yönelik bir restorasyon süreci sürdürülüyor evlerin bulunduğu yamaçta. Evlerin arasındaki daracık bir sokaktan ilerleyerek en tepeye; bir yarın başına doğru tırmanıyoruz. Bulunduğumuz noktadan; Çukurca’nın “çukur”daki verimli tarımsal alanlarına doğru bakıyoruz. En güzel fotoğraf veren noktalardan birindeyiz şimdi.
Çukurca Kalesi’nin eteklerindeki bu eski evlerin alt katları, güvenlik refleksiyle sağır olarak inşa edilmişler. Yani bir tip kule ev diyebiliriz. Zaten Eski Çukurca’nın konumlandığı yamaca karşıdan bakıldığında, birbirine sırt sırta vermiş bu evler, aslında tepedeki kalenin eteklerinde devam eden bir uzantısı gibi.
Çukurca’nın geçmişte kalan hayatında susam, çok önemli bir tarımsal ürün imiş. Kasabada dere kıyısında yer alan 15 civarı susam değirmeni bulunmaktaymış. Gel zaman git zaman Hakkâri coğrafyasının üstüne çöken karabasan, buraları da kıskacına almış bir süre sonra. Değirmenler, zamanla harap ve metruk mekânlara dönüşmüş Çukurca’da. Yine o genç kaymakam, susam konusuna el atmış ve bu değirmenlerden birini restore ettirip susamdan tahine uzanan sürece yeniden hayat vermiş; yeniden su döndürmeye başlamış değirmeni ve susamın mis gibi kavrulmuş kokusu Çukurca’nın yitik mahallelerinde yeniden yükselmiş göğe doğru. Bu bir masal değilmiş; susamın yeniden insan içine karışmasının öyküsüymüş sadece.
Kısa zaman diliminde hasır sandalyelerde yarenlik ettiğimiz Duran Amca, hemen arkamızdan Eski Çukurca’ya dair fotoğrafları elektronik ortamda bize yetiştiren Ziraat Bankası’nın Mardinli müdürü Mehmet Emin Bey, duvarcı ustaları, yoldan çevirip çay teklifinde bulunan hiç tanımadığımız Çukurcalılar, Batı’dan gelip sıfır noktasında en zor şartlarda görev yapıp; yine de bizi görünce babasını, annesini ya da kardeşini görmüş gibi bizlere sevgiyle sarılan, memleket hasretlerini iki çift kelamda gidermeye çalışıp az da olsa huzur bulan cevval güvenlik görevlileri, daha kimler; Çukurca’da hepsinin ayrı bir hikâyesi var ve dinlemeye değer…
Çukurca’dan ayrılırken yüksek dağların ardından güneş devriliyor ufka doğru. Yol kıyısında pirinç tarlaları; akşam güneşinin kızıllığı arklardaki suya vurmuş. Ya narçiçekleri; kıpkırmızı açmış yine her bahardaki gibi. Renkleri kan kırmızısı değil, bayrak kırmızısı…
Hakkâri’de yok olan miras; Nesturiler
İ.Ö. 4-5.yy.larda Bizans Dünyası’nda Konstantinapolis Patriği olarak görev yapan Nestorius, Hıristiyanlığın hâkim yaklaşımlarına aykırı bir şekilde İsa Peygamber’in bir insan olarak yetişkin çağda peygamber özelliklerini kazandığını; tanrının oğlu olarak doğmadığını ileri sürer. Koskoca İsa Peygamberi bir anda bir ölümlü düzeyine indirgeyen Maraşlı Nestorius, Hristiyanlığın ve o günkü müesses nizamın genel davranışına aykırı fikirlerinden ötürü 431 yılında düzenlenen Efes Konsili’nde aforoz edilir ve Mezopotamya’ya sürgüne gönderilir. Bu Nestorius ve onun peşinden gelenler için yeni bir başlangıç anlamına gelmektedir.
Mezopotamya’da, İran’da ve Ortadoğu’nun yakın coğrafyasında ileriki yıllarda sabık Patrik Nestorius’un fikirleri, giderek ciddi bir taraftar kitlesi toplar. Bu durum, daha sonraları Nesturilik diye anılacak yeni bir mezhebin oluşumu anlamına gelmektedir. Uzun yıllar Hıristiyanlığın hâkim ideolojisinin yoğun saldırılarına ve yıldırma politikalarına maruz bırakılan Nesturiler, Hakkâri’de, Diyarbakır’da, Urfa’da ve bunlara komşu coğrafyalarda (Suriye, Irak ve İran’da) tutunmaya çalışırlar. Özellikle Abbasiler döneminde Bağdat ve çevresinde güç kazanırlar. Orta Asya’nın içlerine yönelik nüfuz etme ve Çin’e kadar uzanan geniş bir coğrafyada taraftar kazanma hamleleri bu dönemde yoğunlaşır.
“Bu dönemden başlayarak Nestûrîler’in Orta Asya’ya (Hindistan, Türkistan ve Çin) kadar yayıldığı görülmektedir. XIII. yüzyıldaki Moğol istilâsı bir anlamda Nestûrî kilisesinin gücünü kırmış, o tarihten itibaren kilise gerilemiştir. Ancak XVII. yüzyılda Keldânîler’in Katolikliği benimsemesinden bir asır sonra Keldânî Patriği XIII. Şimon Denha, Katoliklik’ten ayrılıp Nestûrîliğe dönmüş ve piskoposluğu Hakkâri dolaylarındaki Koçanis’e taşımıştır.” (Kaynak: İslam Ansiklopedisi; Nesturilik maddesi)
Aslında Nesturilerin kendi inançlarını güven içinde gerçekleştirmeleri uğruna sığındıkları son coğrafya, bir anlamda son derece dağlık bir bölge olan Hakkâri olur. Yüksek dağlar ve derin vadilerle kaplı bu bölgede 17.yy.dan 19.yy.ın sonlarına kadar, yine bu bölgede bulunan Kürt aşiretleri ile birlikte barış içinde yaşarlar. Ta ki; 19.yy.da yoğunlaşan misyoner faaliyetlerine dek… Protestan İngiliz ve Amerikan misyonerlerinin bölgedeki 100.000 civarındaki Nesturi nüfusunu Ortadoğu’daki petrol bölgelerine yönelik çıkarlarına alet etmek adına; Osmanlı Devleti’nin bölgedeki egemenliğine yönelik bir kama gibi kullanma isteği, bölgeyi sonuçta savaşa ve en sonunda Nesturileri sürgüne sürükler.
1843 yılında Kürt Bedirhan aşiretinin büyük bir saldırısına maruz kalan Nesturiler, 10.000 civarı mensuplarını bu savaşlar sırasında yitirirler. Takip eden 1.Dünya Savaşı’nda ise bölgeyi işgal eden Rusların yanında pozisyon alan Nesturiler, bu seçimlerinin bedelini oldukça ağır bir biçimde öderler. Bölgedeki Kürt aşiretleriyle işbirliği yapan Osmanlı Devleti, savaşta Ruslarla işbirliği içinde hareket eden Nesturileri affetmez ve onları bir daha dönmemek üzere; patriklik merkezi Koçanis’ten ve Hakkâri’den İngiliz kontrolündeki Irak topraklarına doğru sürer. Şüphesiz ki bu süreçte Kürt aşiretlerinin rolü tartışılmaz derecede önemlidir.
Cumhuriyet kurulduktan sonra Irak topraklarını kontrol eden İngiliz Yönetimi, Musul ve Kerkük Meselesi yüzünden bu topraklar üzerinde Osmanlı Devleti’nden bakiye haklarını koruma arzusundaki Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik son kez Nesturileri yeniden kışkırtır. 1924 yılının Ağustos ve Eylül aylarına yayılan bu Nesturi İsyanı, Kürt aşiretlerinin işbirliği ile Türkiye Cumhuriyeti tarafından bastırılır.
Bu yenilgi, Nesturilere indirilen son darbe olur. Bundan sonra Hakkâri bölgesinde bir daha hiçbir Nesturiye asla rastlanmaz. Önce kendileri, daha sonra mekânları ve kültürel mirasları yok olur yavaş yavaş. Ardında bıraktıkları mal ve mülkler, bölgedeki Kürtler tarafından bölüşülür. Başka insanlar gelir yerleşir topraklarına. Kiliseleri ahır işlevi görür bundan sonra. Birçoğu doğanın ve insanın tahribatına dayanamaz, yıkılır. Defineciler, her yerde olduğu gibi hallaç pamuğu gibi atar kiliseleri ve günün birinde; 1982 yılında, Kırıkdağ vadilerinde koyunlarını otlatan bir çoban, Deze isimli eski Nesturi köyünde; tesadüfen Nesturilerin kadim mirasına ulaşır. Bu andan itibaren gelişen olaylar sonucunda geriye kalan ise, ortalığa saçılan Nesturi hazineleri; çil çil altınlar, kaçakçıların ellerine düşen Nesturi el yazmaları, ortadan kayboluşuyla efsaneleşen Barnabas İncili; definenin paylaşılması sırasında çıkan anlaşmazlık sonucu çatışmalar; ölüler, takibatlar ve söylencelerdir.
Hakkâri’de hala ayakta kalabilmiş birkaç Nesturi kilisesinden sadece birini görme fırsatımız oldu gezi sırasında. Nesturi kiliseleri, ana inanç akımından ayrılıklarını temsil eden farklılıklara koşut; oldukça sade, şatafattan uzak ve dıştan bakıldığında bir dikdörtgenler prizmasını andıracak denli basit mimari yaklaşımlarla oluşturulmuş. Uzun yıllar (17.yy.dan itibaren) Nesturilik mezhebinin patriklik merkezi olarak işlev görmüş Koçanis köyündeki kilise de bir ana kaya üzerine oturtulmuş ve kesme taştan oluşturulmuş böyle bir yapı özelliğine sahip. Tabii ki güvenlik nedeniyle yanına gidemediğimiz için, sadece resimlerine bakarak bu değerlendirmeyi yapabiliyoruz.
Yanına kadar yaklaşabildiğimiz Helil Kilisesi ise yine aynı adla anılan ve Zap Suyu’na karışan Helil Deresi’nin kıyısında bulunuyor. Son derece sade görünümlü bu kilisenin üstü toprak bir çatı örtüsü ile kaplanmış. Dış duvarlar ise yine kesme taştan. Üzerinde herhangibir kitabe ya da tanımlayıcı bir bilgi olmaması nedeniyle ne zaman yapıldığına dair bir bilgiye ulaşmak mümkün değil. Kilise, Hakkâri şehir merkezinden yaklaşık 10 km uzaklıkta bulunuyor.
İran sınırına doğru; Hakkâri’nin uzak kasabaları, Yüksekova ve Şemdinli
Yüksekova ve Şemdinli’ye dair ne diyebiliriz ki? Her iki yerleşimde de hayat, şehri bölen ana caddenin çevresinde öbeklenmiş gibi. Yüksekova diğerine göre çok daha büyük bir yerleşim olarak dikkat çekiyor. Zaten nüfusu da Hakkâri il merkezinden bile fazla; 110 bin civarında… Yüksekova’da yakın geçmişte terörün hallaç pamuğu gibi attığı sokaklar, toz toprak içinde şehrin ana arteri görünümündeki bir bulvar, arabaların geçişiyle birlikte yoldan havaya doğru savrulan toz duman, birbirine bağlı iki pasajın içinde; İran’dan Yüksekova’ya sınırdan getirilen kalitesiz İran menşeli malların satıldığı bir İran Pazarı, caddede anlayamadığımız derecede biteviye kalabalıklar, kaldırımlarda hasır sandalyeler üzerine ilişip sürekli çay ve sigara içenler, bu karmaşa içinde sayısız kuyumcu dükkânı ve her metrekaresinde hissedilen kayıt dışı hayatlar; bunun dışında başka bir şey yok Yüksekova’da…
Kuyumcuların vitrinlerini süsleyen; malgırap ya da Hakkâri bölgesindeki yaygın tabiriyle ev yıkan olarak adlandırılan altın gerdanlıklar anlatılacak gibi değil. Bunları almak bir yana boyunda taşımak dahi bir güç kuvvet ister buralarda. Ama Hakkâri’de bir şekilde; evliliğin raconunda bunları almak var. Yoksa evlilik bir hayal… Ama 40-50 binleri bulan bu bedeli ödemek de kolay olmasa gerek; altın gerdanlıkların Hakkâri’de adı da bundan dolayı “ev yıkan”a çıkmış olmalı.
1950 metre yüksekliğinde bir düzlük üzerinde kurulmuş; Hakkâri’nin en kalabalık ilçesi Yüksekova’nın son yıllarda kullanıma açılan bir de havaalanı bulunmakta.
Cadde üzerinde kuşkonmazı andıran; ama saçakları da olan bir ot görüyoruz manavlarda. Yaygın olarak satılıyor buralarda. İsmi siyabu imiş. Yumurtalı kavurması güzel olurmuş diyorlar. Akşam Yüksekova’da bir Kına Gecesine davetliyiz; bitmek bilmeyen halaylar çekilecek. Ama öncesinde Yüksekova’nın merkezinde özel bir mekânda bizim için hazırlanmış güzel bir akşam yemeği yiyoruz; ev yemeği tadında. Önden doğaba dedikleri; yoğurtla yapılan bir tür köfteli çorba sunuluyor bizlere. Üzerinde mis gibi kırmızı biberle kavrulmuş tereyağı gezdiriliyor. Oldukça leziz bu yemeği yemeğe doyamıyoruz. Arkasından gelen yemeğin adı ise Yüksekova çarşısında gündüz gördüğümüz siyabu kavurması. Bir kök bitkisi olan siyabu yumurta ile kavrularak pişirilmiş.
Kına Gecesi, şehir merkezinden biraz uzakta üzeri örtülmüş bir toprak alanda gerçekleştiriliyor. Kına Gecesi sahipleri, İzmir’den gelen misafirleri büyük bir konukseverlik içinde kapıda karşılıyorlar. Bizim için ayrılmış yerler var ilerde. Gelinle damadın kapıdan girişinden itibaren ortalık mahşer yerine dönüyor aniden. Havai fişekler arasından geçen gelinle damat, alanın ortasına oturtularak kına merasimi gerçekleştiriliyor. Arkasından başlayan halaylara eşlik eden yerel müzik çın çın inletiyor geceyi. Bizi de katıyorlar halaya; biteviye dönüp duruyoruz alanda. Kendini yineleyen hareketler; bitmek bilmiyor bir türlü…
Eski Şemdinli ya da Nehri
Yüksekova’dan Şemdinli’ye giderken Zap Suyu’na karışan Pesan Çayı’nın kıyısı boyunca seyrettik. Her türlü plastik torba ve benzeri atığın kirlettiği Pesan, çaresizce Zap’a doğru akıyordu. Söğüt dallarına takılmış naylon torbalar; her bir dalı, birer korkuluk bileşeni haline getirmişti sanki. Rüzgârla savruldukça bir o yana, bir bu yana; hiçbir canlının bu dereden su içecek cesareti dahi olmazdı.
Şemdinli’ye doğru sürekli dönüp duran bir tırmanışla yükseliyoruz. Önce 2110 metrelik Haruna Geçidi, daha sonra da 1900 metrelik Şabada Geçidi’nden geçiyoruz. Yüksek dağlar ve derin vadiler arasından geçerek ulaştığımız Şemdinli’den Nehri’ye doğru devam ediyoruz. Su, Nehri köyüne yaklaştıkça temizleniyor. Osmanlı Döneminde Nakşibendiliğin bir kolunun (Halidiye) merkezinin de bulunduğu Nehri köyüne doğru Nehri Şelalesi’nin hemen yanıbaşındaki bir kır lokantasında mola veriyoruz. Yukarılardan gelen su, topografyanın izin verdiği bir oluktan aşağılara doğru büyük bir gürültüyle dökülüyor. Konuşulanları duymak ne mümkün… Suyun zerrecikler halinde etrafa saçılması hoş ışık oyunlarına neden oluyor. Bir süre burada dinlendikten sonra; suyun geldiği tepelere doğru; daha yükseklere tırmanmaya başlıyoruz. Ulaştığımız son nokta; Nehri köyü…
Köy, eskiden bölgede önemli bir idari merkez olmanın yanında, Nakşibendiliğin de Anadolu’daki önemli merkezlerinden biri olma özelliğini taşımış. Tarikatın geçmişteki önemli önderlerinden Seyit Taha’nın mezarı da, son yıllarda kötü bir restorasyonla ayağa kaldırılmaya çalışılmış; iki katlı ve oldukça yüksek tavanlı taş binanın (Kayme Sarayı) yakınlarında, tarlalar içinde yer alıyor.
Nehri’yi ilginç kılan özelliklerden bir diğeri ise, her yerden gelen suyun hayat verdiği bir mesire yerine sahip bulunması. Suyun kaynaklarından biri, hemen Nehri Masi Alabalık Tesisleri’nin girişinde; bir küçük havuzun içinden kaynıyor. Tesis, arazinin topografyasına uygun olarak geniş bir alana yayılmış. Aşağılarda gördüğümüz şelalenin suyu da buradan geliyor olmalı.
Nehri yakınlarında bir de tek kemerli bir taş köprü bulunuyor. Pesan Çayı’nın üstünü kesme taştan yapılmış tek bir kemerle aşan köprü, zamanında çayın iki yakasında yer alan yerleşimleri birbirine bağlamış. Köprünün büyüklüğüne bakılırsa, zamanında bir kervan köprüsü olarak işlev görmüş olmalı.
Hakkâri’ye veda ederken…
Engebeli coğrafyada güvenlik koşullarının izin verdiği ölçüde, haritanın sağ alt köşesindeki en uzaktaki ilimiz Hakkâri’ye bir merhaba dedik bu gezide. Batı’dan; oraları bir iç turizm etkinliği kapsamında ziyaret eden ilk gruplardan biri; belki de ilkiydik. Bu bizim için önemliydi. Bugüne kadar hep haber ajanslarında isimlerini işittiğimiz Hakkâri ve onun kadar meşhur kasabaları, dağ geçitleri ve köpüre köpüre akan aceleci ırmakları arasında dolaştık. Yöre insanının konukseverliğine, karşılıksız sevgisine mazhar olduk; bu bizi gururlandırdı. Yemeklerinden tattık, halaylar çektik; acı kahvelerinden içtik. Bizim için her şeye rağmen unutulmazdı. Umarım bundan sonra hayat, daha güzel seyreder Hakkâri’de… Tek dileğimiz, ateşler içinde kalmasın Hakkâri…
Yazan: İbrahim Fidanoğlu
Kaynak: http://dagakactim.blogspot.com/
Bu yazı 5 bölüm halinde ve resimli olarak http://dagakactim.blogspot.com/dayayınlanmış olup, bizimle paylaştığı için değerli gezginimiz İbrahimFidanoğlu’na teşekkür ederiz.
VAN’DAN HAKKARİ’YE TURU FOTOĞRAF ALBÜMÜ: https://www.ebruliturizm.com.tr/yurtici-konaklamali-turlar/van-hakkari/